menu Menü
Logo Yengi Mecmua

Sahra-yı muhabbetde o divanelerüz kim

Mecnun-ı melametzede en akilimüzdür



HA MİNYATÜR HA KAMERA Önceki KALEM SURESİ: SÖZ ÖLDÜ MÜ? NE DENEYSELİ? NE SESLENDİRMESİ? NE DİJİTALİ? NE DERGİSİ? Sonraki

SÖYLENİLENDEN OKUNANA ŞİİR III

Önceki iki yazıda, şiirin öncekiler tarafından nasıl anlaşıldığını göstermeye çalışmıştık. Şiiri şiir yapan unsurun ne olduğunu, bunun hakkında ne düşünüldüğünü gerekli kitaplardan alıntılarla açıklamaya çalıştık.

 Şiiri “muhayyel söz” olarak tahlil eden mantıkçılar bir tarafa, ki şiir olarak bahsedilen bu söz de bir şekilde ölçülüdür, şiir genellikle “vezinli ve kafiyeli söz” olarak kabul ediliyor. Şiirin vezinli ve kafiyeli olmaklığı konusuna karşı çıkanlar ise bir yanlış anlaşılmanın kurbanılar. Sizi ikna etmek için, yazının asıl konusu olmasa da, bir parantez açmakta fayda var.

 İlk önce “ölçü”nün ne olduğunu söylemek gerekiyor. Tusi’ye göre mesela, vezin olarak kabul edilen unsur, aruz vezninin ta kendisi. Şiirin vezinsiz olmasından kasıt ise aruz dışında bir vezinden başka bir şey değil. Perviz Natil Hanlerî’ye yine müracaat edecek olursak:

“Hakiki vezin hakkında Hâce Nasirüddin, kendi sözünü açmış, şöyle yazmıştır: “Şiirde hakiki vezne itibar etmek, ki bu kafiye gibi unsurlardır, Araplarda başlamış diğer milletlerde onları takip etmiştir her ne kadar Farslar gibi bazı kişiler eklemeler yapmışlarsa da” Hâce Nasirüddin’in bu sözü Yunan Rum ve diğer milletlerin dil ve edebiyatlarını inceleme eksikliğindendir. Yoksa, hakiki vezni Araplara nispet etmek, diğer dillerde kullanılan vezinleri ise gayr-ı hakiki veya mecazi saymanın bir anlamı yoktur.”

 Yani, şiiri vezinsiz kabul edenlerin bile, belki de şiirdeki vezni göremediklerini düşünebiliriz. Peki, neden şiir biçime bu kadar yaslanıyor? İşte bunu bilemiyoruz. Yani evet, bir şeyler düşünebilir, bir şeyler söyleyebiliriz. Ama tam olarak tayin edemeyiz gibi duruyor. Bir şeyler düşünebilmek içinse çok gerilere gitmeliyiz.

 Yazı, insanlık tarihinde nispeten yeni bir yer tutuyor. Fakat şimdi, okur yazar olmadığı zamanları hatırlayan var mı? Mesela, bir şeyi unutmamanız ya da üzerine tez yazılabilecek bir konu hakkında düşünmeniz, bir yargıya varmanız gerekiyor. Kalemi, kağıdı, ve resmi unutun, nasıl düşüncenizi takip edebilirdiniz?

 Düşüncenizin her adımını takip etmeniz için yine bir “kağıda” bir kayıt sistemine ihtiyacınız olacaktır. İnsan unutur. Peki ümmi atalarımız hiç mi bir şey düşünemediler? Düşündüler ve fakat bizden farklı bir biçimde düşüncelerini kayıt altına aldılar.

 Çehār Maḳāle’nin sahibi Nizâmî-i Arûzî şâirin sahip olması gereken özellikleri sayarken şöyle der:

“Şâir bu dereceye [öldükten sonra hatırlanmayı kastediyor] ancak gençliğinde eskilerin şiirlerinden yirmi bin şiir ezberler, ve sonrakilerin eserlerinde geçen on bin kelimeyi de göz önünde bulundurur, her zaman büyük şairlerin divanlarını okur ve ezberler ise (…) ulaşabilir”

 Bu ve benzeri ifadeler hep şairliğin şartlarından sayılır -burada klişe haline gelmiş Ebu Nüvas kıssasını da anmak istemiyorum-. Bu şartlar abartılı mı? Bir insan 20.000 (bakın beyit değil), şiir ezberleyebilir mi hiç? Bugünden bakarsak, hayır.

 Düşünceleri yazı ile avlayabildiğimiz bu dönemde, hafızamıza pek nadir ihtiyaç duyarız. Fakat yazının olmadığı, en azından yaygınlaşmadığı dönemlerde, ezberlememiz gerekiyordu. Bunun içinse düşünce fotoğraflanmadı, bilakis onu tutabileceğimiz bir kalıba sokuldu.

 Walter J. Ong, Sözlü Kültür ve Yazılı Kültür adlı kitabında söz ve yazıyı uzun uzadıya açar. Gerek zihinde yaptığı değişimlerden, gerekse de bu kayıt sisteminin nasıl işlediğinden bahseder. Burada bizim için çok önemli bir alıntı yapar

“Düşüncenin ritmik, dengeli tekrarları ya da antitezleriyle, kelimelerdeki ünsüz ve ünlü seslerin uyumuyla, sıfatlar ve başka kalıpsal ifadelerle akması, herkesin sık duyup kolaylıkla ve başka kalıpsal ifadelerle akması, herkesin sık duyup kolaylıkla hatırladığı, kolay hatırlanacak şekilde biçimlenmiş atasözlerinden oluşması ve belli izleklere yerleştirilmesi (örneğin toplantı, yemek, düello, kahramanın “yardımcısı” vb.) gerekir. Ciddi düşünce bellek sistemiyle iç içedir. Belleği güçlendirme zorunluluğu söz dizimini bile koşullandırır”

 Bu alıntı, şiirin neden biçime bu kadar yaslandığının göstergesidir. Hatırlarsanız ilk yazıda cevâz-ı edebiden bahsetmiştim. Biçimin söz dizimine galip gelmesinden ibaretti bu.

 Valery, “şiir sesle anlam arasında uzun bir kararsızlıktır” der. İşte, biçim yani ses, şiirin kendisine içkindir. Sesle anlam ayrı düşünülemez:

“نيست مستغنى بسان جان و تن    از سخن معنی و از معنی سخن”

“Söz ve anlam can ve ten gibidir. Söz anlamdan anlam sözden ayrı düşünülemez”

 Şiirin biçim ile bağlantısı tabiatı dolayısıyladır. Önceki yazılarda, doğrudan alıntılarla bahsettiğimiz biçimciliğin sebebi de budur. Biçim kaygısı tedricen silikleşmiş, şimdilerde ise, yazının ve matbaanın imkanıyla dize denilen bir tortusu kalmıştır.


Önceki Sonraki

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İptal Yorum gönder

keyboard_arrow_up