menu Menü
Logo Yengi Mecmua

Sahra-yı muhabbetde o divanelerüz kim

Mecnun-ı melametzede en akilimüzdür



SÖYLENİLENDEN OKUNANA ŞİİR III Önceki AFGAN DEYİP GEÇMEYELİM Sonraki

KALEM SURESİ: SÖZ ÖLDÜ MÜ? NE DENEYSELİ? NE SESLENDİRMESİ? NE DİJİTALİ? NE DERGİSİ?

Hiçbir şey başlangıçta eksiksiz ve yeterince anlaşılır değildir. Varlığını sürdüren şeyin sürekliliği için de yeniliğini koruması ve kendinden sürekli yeni anlaşılmazlıklar doğurması beklenir. Çabucak şuraya getireyim lafı, Yengi’de şimdiye dek amacımızı açıkça anlattığımızı düşündüğümüz birçok kayıt yayınladık. Ancak Yengi’ye gelen tepkiler neticesinde bu düşüncemizin yerinde olmadığına kanaat getirdik. Yengi’nin dijital dergi olduğu ve Yengi’de deneysel ürünlerin yayınlandığı sanıldı örneğin. Dolayısıyla hem bu yazı için hem de 3. Yengi’de bulunan kimi yazılar için şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kendimizi şerh ediyoruz.

Öncelikle şunu ifade etmeliyim, biz kültürün ve kültürü içeren birçok şeyin kayıt kelimesi ve kavramı etrafında teşekkül ettiğine inanıyoruz. Yıllarca kullanılan yazı kelimesinin/kavramının kayıt anlamını ihtiva ettiği için değerli olduğunu düşünüyoruz. Kalemin yahut kâğıdın kayıt anlamı dolasıyla kutsal ve vazgeçilemez imgelere dönüştüğünü belirtirken bu belirtilenin ilk belirticisi olmadığımızın da farkındayız. Nitekim müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, Kalem suresini tefsir ederken özetle şöyle söyler:

“(Yazanların) yazdıklarına” diye çevrilen cümledeki fiilin kalıbı, yazanların, gerçekte kalemler değil, akıl ve idrak sahibi varlıklar olduğunu gösterir. İfadenin akışı dikkate alındığında burada kalemden maksadın da bu nesnenin kendisi değil onun yazdıkları olduğu anlaşılmaktadır. Şu halde kalem ve yazılardan, akıl ve anlamlar âlemini, bunlardan da onları beşer aklına yazan ilk kalemi, bundan da onun sahibi olan rabbü’l-âlemîni anlamak gerekir. Öte yandan bu fiilin, “yazmakta oldukları ve yazacakları” anlamlarını birlikte anlattığı da gözden kaçırılmamalıdır.

 Diyanet’in Kur’an Yolu tefsirinde Elmalılı’nın tefsiri, şu sözlerle desteklenmiştir:

“Kalemden maksat vahyi yazan kalem, yazdıklarından maksat Kur’an’dır” diyenler de olmuştur; ancak âyeti genel anlamda değerlendirmek daha doğru olur. Burada kalem ile simgelenen yazının, insanın düşünce, tecrübe ve kavrayışlarının kayıtlar aracılığıyla bireyden bireye, kuşaktan kuşağa ve bir kültür çevresinden diğerine aktarılmasında önemli bir etken; bilginin yazılıp korunmasında, ilim ve irfanın gelişmesinde, dolayısıyla toplumların aydınlanmasında vazgeçilmez bir araç olduğuna işaret vardır.

Bütün bunları, “İslami literatürde dahi (Dahi diyorum çünkü Kur’an’ın nazil olduktan sonra yazılarak kayıt altına alınması, kavimlerin yazılı kültüre geçmesinde önemli bir etkendir.) kaleme yahut kâğıda verilen önem, sağladıkları kayıt imkânı dolayısıyladır.” demek için buraya aldım. Bir de levh-i mahfûz var tabii.  Kâinatta meydana gelecek bütün varlık ve olayların yazılı olduğu kitap. Ancak kalemle defterle ilgisi olduğu pek söylenemez. Nitekim Sünnî kelâmcılar, kıyametin kopması için İsrâfil’in sûra ilk defa üflemesinin ardından helâk olmayacak nesneler arasında levh-i mahfûzun da bulunduğunu kabul eder. Çünkü levh-i mahfûz insanüstü, ilahi bir kaydın ürünüdür.

İşte ben bütün bunların dolayısıyla insanın, bilginin izinin (kaydının) peşinde olduğunu söylüyorum. Dolayısıyla doğrudan kitaba, kaleme veya yazıya verilen önem, saçmadır. Anadolu’da kitabın gösterileni Kur’an olduğu için bugünkü hafızamızda kitap, kutsaldır. Ayrıca bilginin taşıyıcısı olma işlevi ile de kitaba verilen önem gayet tabiidir. Ancak burada dikkat, işleve çekilmelidir. Nitekim Nesîmî de “Cümle yazı yazan benim ben bu dîvâna sığmazam” derken bütün varlığı kayıt altında bulundurma kudretine sığınıyor. Bu arada, burada kutsal olan Kur’an’ın, yazılı bir kitap olan Kur’an olup olmadığı da sorgulanabilir Zira Allah’ın ayetleri bir kitapta toplanmadan önce de insanlar vahyin ve dolayısıyla Kur’an’ın muhatabıydı. Ama ben haddimi aşmamak amacıyla, bu konularla Osman Bulut’un ilgilenmesini daha uygun bulduğumdan, yanıtlanmayı bekleyen diğer sorulara geçeceğim.

NE SESLENDİRMESİ? NE DİJİTALİ? NE DERGİSİ?

Yengi’ye yönelik zanların en rahatsız edici olanlarından biri, bizim bir tür dijital dergicilik işiyle meşgul olmamız zannıydı. Öyle sanılıyor ki Yengi, kâğıt ucuz olsaydı ya da biz fakirler matbu bir dergi çıkarabilecek imkâna sahip olsaydık bir internet sitesi olarak ortaya çıkmayacaktı. Bizler, matbaa kültürünün zihin iktisadını taşımayan, çağın medyumu olan kayıt imkânlarıyla şiirlerimizi yayınlamak istiyoruz. Çünkü inanıyor ve biliyoruz ki sözün huruç ettiği yer değişince oluşturacağı zihin iktisadı da değişecek ve dolayısıyla söz, yeni biçimlerle kendisini var edecek. Nitekim matbaanın Türk topraklarında yaygınlaşması, Türk şiirinde vezin ve kafiyenin sonunu getirdi. Daha önce belirtmiştim ama yine belirteyim: Garip şairleri vezin ve kafiyenin akılda tutma işlevinden dem vururken buna artık gerek kalmadığını ifade ettiler. Yani Garip’i, matbaa kültürünün sağladığı kayıt imkânının zihin iktisadı kurdu.

Youtube’da ilk video yayınlanalı on altı yıl oldu. Tükiye’ye ilk kameralı telefon ise 1999 yılında geldi. Bunun yaygınlık kazanması ise yaklaşık on yılı buldu. Bu, video kayıt kültürünün yeterince pekiştiği anlamına geliyor mu bilmiyorum. Nitekim bizler de henüz kaliteli şiir içeriklerini kaliteli video kayıtlarıyla buluşturmuş sayılmayız. Nereye geleceğim?

Şiirin matbaa sonrası aldığı yol şöyle bir şeye neden oldu: İnsanlar daha önce kayda alınan şiirlerin de yazılarak oluşturulduğunu düşündü. Çünkü eski şiirlerle ancak yazılı nüshalar sayesinde bağlantı kurulabildi. Oysa divan şiiri, divan şairlerinin kâğıt kalem kullanarak oluşturduğu bir tür değildi. Şairler şiirlerini iletmek ve kalıcı olmalarını sağlamak amacıyla yazıya döküyordu. Hatta bu hususta da (yazma hususunda) çok temkinliydiler.

Okumak kelimesi, bilgiyi sesli olarak iletmek anlamına geliyordu. Matbaa, okumanın anlamını değiştirdi yani. Şiiri de yazılarak var edilen ve içten okunan bir türe dönüştürdü. Dolayısıyla şiir seslendirmek diye bir mevzu ortaya çıktı. Evvelinde şiir zaten okunan (sesli söylenen) bir şeydi. Yani bizim şiir yazma geleneğimiz oldukça yeni. Bir asır var ya da yok (tam olarak matbaaya intibak sağlanan yılları hesaba katarsak tabii). Bu hususta peşinen söylemek gerekir ki gelenekçi oldukları için bizi yazı karşıtı kabul edip eleştirenler ne kadar modern ve yeni bir şeyi savunduklarının farkında olmayacaklar. (Bu da matbaanın çok kısa bir sürede ne kadar güçlü bir gelenek oluşturduğunu gösterir.) Dolayısıyla kimse bizim matbu dergilerin zihin iktisadını taşıyan bir internet dergiciliği yaptığımızı sanmasın. Biz şiir yazmıyor, şiir kaydediyoruz. Matbu dergiciliğe, matbaanın şaire sunduğu yeterince tüketilmiş zihin iktisadından kurtulmak için karşıyız bir kere.

Okumaktan bahsetmişken, efendimizin Hira’da muhatap olduğu ilk vahyi hatırlayalım: İkra. Türkçeye “oku” olarak çevrilen bu hitabın bugünkü bilinen manada okumak anlamını ihtiva etmediğini söylemek gerekiyor. Zira efendimizden “okuması” istendiğinde efendimizin elinde bir metin bulunmuyordu. Ona, gerçek ilham edildi. Zira kıraat da sesli gerçekleştirilen bir eylemdir. Dolayısıyla efendimiz kendisine ilham edilen hakikati bildirmek ve bunu kalıcı hale getirmekle (belki de kaydetmekle), oku emriyle mükellef kılındı. Şunu da tekrar vurgulayarak hatırlatmakta var: İnancımızca hakikatin mücessem hali, kağıtla ilişkisi olmayan (elbet ilişkisi var ama anlayın işte) ümmi bir insandı.

Bu arada yukarıda şiir seslendirmek mevzuuna geçecektim ama yazı aktı, ben de dur demedim yani. Şimdi… Bizim yazılan şiiri seslendirdiğimiz, yazılan şiiri performansa dönüştürdüğümüz zannı rahatsız edici diğer zanlardan diye konuyu buraya getirdim. Burada daha anlaşılır olmak amacıyla sanırım yeni bir şiir üretim pratiğinden söz açmak gerek. Ancak bu pratik şu an kimsenin malumu değil. Ancak şunu söyleyebilirim, şiiri yazarak çalışmıyoruz. Aklımıza gelen mısraları ya da şiir fikirlerini, video ya da ses kaydı aracılılığıyla biriktirip çalışıyoruz. Bir kompozisyon oluşturduktan sonra, kaydı en baştan alarak şiirin son haline ulaşmayı hedefliyoruz. Buna alışkın değiliz.

Bununla birlikte yazıdan tamamen faydalanmıyor değiliz. Yazıya karşı da değiliz. Yalnız yazıdan istifade ederken yazının dayattığı mantığa ve şiir iktisadına rıza göstermiyoruz.

SÖZ ÖLDÜ MÜ? NE DENEYSELİ?

Nietzsche tanrıyı ne kadar öldürebildiyse, sözü öldürenler de sözü o kadar öldürebilir. Bunu aslında sözü öldürenleri hem haklı çıkarmak hem de şerh etmek için söyleyeceğim: Söz ölmedi arkadaşlar. Ölen şey eski kayıt unsurlarının (matbaanın, veznin, kafiyenin) dayattığı söyleme imkânlarıydı. Dolayısıyla evet, bir devrin sözü öldü. Hatta sözü öldürenler de matbaa teknolojilerinden istifade ederek şiir üretmeyi denediler ki denemeleri de gerekiyordu. Yaşlı olduklarından olsa gerek, bulunduğumuz yerde değiller. Öyle düşünüyorum ki deneysel türler, çok tabii olan oyun arzusunun dışında, bir kayıt sisteminde oyalanmanın, eğlenmenin de bir neticesi. Tabii bunun için, yani deneysel bir edebiyat üretmek için bir sona gelmeye gerek yok, bunu da ayrıca belirtmek gerek. Yeter ki bir kayıt kültürü oluşmuş olsun.

Yazıyı buraya kadar okuyan, deneysel bir uğraşımız olmadığını anlamış olmalıdır diye düşünüyorum. Ancak şimdiye değin kaydettiğimiz metinlerde de bunun anlaşılması gerekiyordu. Dolayısıyla bir kere şunu söyleyeyim: Deneysel edebiyat yapmıyoruz. Şiirin kayıt ortamını güncel medya araçları ile sağlamaya çalışıyoruz. Üstelik bu, tarih boyunca böyle olmuştur. Şiir, tarih boyunca çağın medyumlarıyla yayılagelmiştir. Dolayısıyla aslında yeni bir şey yapıyor da değiliz. Geleneği biz fark ettik, biz yaşıyoruz.

Bu hususta bizi deneysellikle itham edenlerin, ithamının şu sebepleri olabilir: Yazdıklarımızın anlaşılmıyor oluşu ve kendimizi ifade edemememiz, okumadan yorum yapmaları, deneysel edebiyatı bilmemeleri. He, deneyi terimsel anlamda kullanmayanlar da olabilir ki bu durumla bizzat karşılaştım, onlara bir şey demiyoruz tabii. Eyvallah.

Deneysel edebiyatın ne olduğunu bilmeyenler için birkaç not:

  • Deneysel edebiyat, Fransa’da 1960 yılında, farklı bir edebi metin uğraşı olarak ortaya çıktı. (Türk şiirinde 80’lerde tatbik edildi, arada bir hala hortluyor.)
  • Deneysel edebiyatta, tek seslilik (univocalism), palindom, lipogram, anagram ve kartopu benzeri teknikler kullanılır. (Biz sadece yeni kayıt imkânlarınca şiir oluşturma gayretindeyiz, emin olduğumuz teknikler daha henüz yok.)
  • Deneysel edebiyat çevreleri genel itibariyle matematikten anlar. Örneğin Oulipo’nun kurucularından François Le Lionnais matematikçiydi. (Mesela benim ALES’te 1 matematik netim var. Ama söz çalışcam.)

Neyse, yeter bu kadar, zaten bu bir açıklama da değildi. Son olarak, şundan eminim: Dilin işlerliğini sürdürdüğü kayıt sistemi, annelerin yemek tarifi öğrendikleri kayıt sistemidir.


Önceki Sonraki

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İptal Yorum gönder

keyboard_arrow_up