menu Menü
Logo Yengi Mecmua

Sahra-yı muhabbetde o divanelerüz kim

Mecnun-ı melametzede en akilimüzdür



REVOLUCİÓN DİYORUZ BAZEN, BAZEN STAR-SPANGLED BANNER! Önceki SORU-CEVAP Sonraki

TÜRK ŞİİRİNDE AYAK FETİŞİZMİ

Bu yazıda, elbette şairlerin ayaklara olan tutkusundan bahsetmeyeceğim. Ve elbette şairlerin ayaklara olan tutkusundan söz edeceğim. Peki nasıl olacak bu? Şiirimizde tekrar eden pek çok konu var. Ev şiirleri mesela, şiirimizde var olan bir konuya işaret eder yazıldıkça. Ancak biz bir konuya değil bir manzaraya işaret etmek istiyoruz bu yazıda. Konumuz ayak, hatta ayak ve su. Ayak ve suyun teması, şairler için kayda değer bir manzara oluşturuyor. Garip bir şekilde de değil üstelik. Anlaşıldığı ve daha da anlaşılacağı üzere bu yazıda gerçek anlamda bir fetişten söz etmiyoruz. Fetiş kelimesini tercih etmemizin tek sebebi ise kelimenin daha ziyade kökeni itibariyle çağrıştırabileceği anlamlar (çekicilik, büyücülük ilişkisi vb.).

Bir kadının yahut bir ağacın ayaklarının suya değdiği düşünün. İşte bu şekilde birçok manzara şiirimizde tekrar ediyor. Yazının özeti bu. Peki, böyle bir yazı, Türk şiirinin muhataplarına ne kazandıracak ki kaleme alınıyor? Göreceğiz.

Kendi kendisinin konusu olan şiir ile aramızı açan matbaa, sözün matbuat zeminindeki potansiyel ürünlerini tükettiği için şiirin konusunu tekrar şiirin kendisine yöneltti. Bugün şiir namına sarf edilen bütün zırvalar, Türk şiirinde matbaa dolayısıyla yaşanan değişimi fark edemeyişten kaynaklanıyor. Böyle olunca yolumuzu (hassaten Yengi’yi) tarif etmediğim zamanlarda dalıp gittiğim, mısraları arasında sektiğim şiirlerden, şiirselliklerden bahsetmek istiyorum. Bir meseleye ulaşmak adına.

Şuna inanıyorum: Yalnızca, kendisinden sonra gelen kayıt sistemiyle tekrar düşünülebilen şiirler varlığını sürdürebilecektir (Var olabilecektir deseydik başka bir şey söylemiş olmazdık.). Dolayısıyla yalnızca kayıtlandığı kayıt sisteminden sonra gelen kayıt sistemiyle tekrar düşünülebilen sözler şiire dâhil edilebilir. Nitekim rüştü ispat olunmuş sözlü kültür ürünleri yazılı kültüre aktarılmış ve yazılı kültür içinde kullanılmıştır. Yazılı kültür ile ilişkiye girmeden, doğrudan basılı kültür ile tanışan sözlü kültür ürünlerine de ayrıca değinmek gerekir. Aynı şekilde matbu kültür de yazmaları aktarmaya, rüştü ispat olunmuş, değerini basılı kültürde koruyabilecek eserlerden başlamıştır. Ancak moderniteyi/matbu kültürü bina etmeyi kolaylaştıracak yazılı eserler aktarılırken pek tabii daha bi hızlı davranılmıştır.

Bununla birlikte şunu da kabul etmek gerekir: Yazılı kültür şiiri yazılı kültüre, sözlü kültür şiiri sözlü kültüre aittir.  Mesela bugün divan şiiri formu ile yazılan şiirler ile divan şiirleri arasındaki fark, Türklükle farkına varılmış Türklük arasındaki fark gibidir.

Nymph by Giovanni Battista Lombardi, 1858 .

Hızlı bir geçiş yapalım konumuza, şöyle diyor Orhan Veli:

“Bir kadının suya deyiyor ayakları

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı” (Orhan Veli, s.101)

Bu mısraların, yazının devamında alıntılayacağımız diğer mısralardan farkı İstanbul manzaraları arasında anılması. Bir yandan ağlar çekiliyor, bir yandan kuşlar uçuyor bir yandan çekiç sesleri geliyor ve bir yandan da bir kadının ayakları suya değiyor.

Günlük hayatın içinde yalın bir güzellik olarak var oluyor yani. Yine de büyüleyici. Ayak ile suyu zarifane bir şekilde birleştiren tek şairimizin Orhan Veli olmadığını, yazının başında verilen bilgiler dolayısıyla biliyorsunuz. Modern şiir içindeki örnekleri çoğaltmadık ama yine de. Bunun yerine farklı kayıt sistemlerinin şiirlerini bir araya getirdik.

Bu manzaranın (ayağını suya değdiren kadın manzarasının) mükerrer ve sabit olduğunu düşünmemin sebebi, bu husustaki eylemsizliğimiz. Yani biz Türkçede ayağımızı “suya sokmak”tan bahsederiz. Bu, güzel bir manzara kapılmaktan ziyade bedenimizde ferahlık uyandıran bir eyleme işaret eder. Ancak ayak suya değdirildiğinde hissiyattan söz edemeyiz. Bedenimizde ferahlığa benzeyen herhangi bir şey canlanmaz ve uyanmaz. Temaşa etmeye başlarız.

Bir de klasik Türk şiirinden, yazılı kültürümüze ait bir beyti ele alalım. Şöyle diyor Necati Bey:

Müntehâ kaddine çün âli-nazarlar baktılar

Su gibi ol serv-i nâzın ayağına aktılar” (Necati Bey, G.183/1)

(Yüksek görüşlü kimseler o servinin boyunun hududuna bakınca su gibi ayağına aktılar.)

Buradaki, aslında divan şiirindeki ayağa ilişkin yapacağımız ilk açıklama şu olmalı: İki adet ayak var, biri kadeh manasına geliyor. Diğerini biliyorsunuz. Şunu sorabilirsiniz ama yine de: Ayak kelimesi, neden kadeh anlamına geliyor? Kadehlerin ayağı var, bu sebeple mi? Hayır. Ayak, ayalık (Avuç içi manasına gelen aya kelimesinden türüyor.) demek aslında. Yani aşığın, sevgilinin ayağına akması, onun kadehine dolması anlamına gelebilirdi. Hayır ama. Serviler ırmak kenarlarında bulunur ve su onların ayaklarına değerek akar… Ayrıca divan şiirinde suyun olduğu yerde bereketten bahsedilir. Ya da göz yaşlarından. Cinselliğin iki ayağı yani: Bereket ve lanet…

Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı
” (Turgut Uyar, s.63)

Turgut Uyar’la devam edelim dedim. Hem içimiz de ısınır. Geyikli Gece’yi bu yazıyı okuyan herkesin bildiğini varsayıyorum. Bilmeyenler için kısaca hemen şunları söyleyivereyim: Kent, tabiat, birey, varoluşçuluk vb. kelimeleri anahtar kelime olarak kullanabilirsiniz, Geyikli Gece hakkında bir makale yazacak olursanız örneğin.

The Nymph’s Bathing Place by Edwatd Poynter, 1904.

İşte böyle bir şiirin içinde geçiyor yukarıda alıntıladığım dizeler. Şiiri bölüyor, şiire ara veriyor ve güpgüzel bir manzara sunuyor Uyar. Bu mısralar bilhassa şiirin içerisinde konumlanışları bakımından önem taşıyor yani. Şiirin içerisinde de tırnak içerisinde veriliyor. Geyikli Gece, bir kadının ayaklarını suya değdirmesiyle bir manzara olarak tasvir edilmeye başlanıyor. Sükut, huzur ve aşk. 60’lı yılları kışkırtan umudun manzara şeklinde bir yansıması belki de.

Modern/matbu Türk şiirinin en mühim şiirlerinden ikisinde de bir kadın ayaklarını suya değdiriyor. Bu imgenin mazmun halinde klasik şiirimizde çokça tekrar edildiğini de ifade ettik. Mazmun dışında, hatta su ile ilişkilendirmeden ve hatta ayağı da tam anlamıyla konu edinmeyen, sadece güzel olduğu için bir örnek de Baki’den verelim:

Rindler câmuñ habâbâsâ yüzine baktılar

Mey gibi sâkî-i bezmün ayagına aktılar” (Baki, G.117/1)

(Rintler kadehin yüzüne kabarcıklar gibi [hayretle] baktılar, bezmin sakisinin ayaklarına şarap gibi aktılar.)

Bu beyit birçok bakımdan incelenebilir. Gramatikal olarak da müthiş, leff ü neşr, hüsn-i talil ve tevriye sanatlarının uygulanışı bakımından da. Ancak bu keyifli yola girmeyeceğim. Çünkü daha keyifli bir yol daha var. Kabaca konumuz bağlamında şunu söyleyelim önce, “kadehe bakmak-ayağa akmak, câmun- sâkî-i bezmün, habâbâsâ- mey gibi” kelimelerinin arasındaki ilişkiyi görmelisiniz. Ancak odaklanmamız gereken asıl husus, rindlerin asıl tavrını ortaya koyacak. Şöyle ki alıntıladığımız şiirin son beytinde padişahın (Kanunî Sultan Süleyman) emri ile içkinin yasaklanması ve Galata’ya gelen şarap gemilerinin yaktırılması olayına yer veriyor şair. Hem de çok güzel bir şekilde:

Bâkıyâ kılsun mu’attar bezm-i âfâkı nesîm
Pâdişâhun micmer-i ‘adlinde sandal yaktılar
” (Baki, G.117/5)

(Ey Baki, [o latif] rüzgar ufukların meclisini güzel kokutsun çünkü padişahın adalet buhurdanlığında [şarap dolu bir] sandal yaktılar.)

Yani bu şiirde ayağa değen su yok, evet. Ayağa akan şaraba benzetilen (ayak, dibinde biten) rintler var. Ayağa akma manzarasından istifade edilmiş sadece. Ayak ve ona değen şey şiirin merkezinde değil. Sadece bomba bir şiir diye değinmek istedim. Şarap dolu sandalların yanması ve kadehte oluşan şarap kabarcıkları; rindlerin sakinin ayağına akması ve şarabın batan gemilerden İstanbul sularına karışması da ayrıca güzel tesadüfler.

Bu sapkınlığı sürdürelim. Suya değen ayaktan değil de Baki’nin ayakla kurduğu başka bir ilişkiden. Mesela şöyle söylüyor şair:

Başumı kesdügine râzıyem ol hûnînün

Ayagın bassa yüzüm üstine kassâb gibi” (G.507/4)

(O kan saçan [sevgilinin] başımı kesmesine razıyım, [yeter ki kurbanlığın kafasına basıldığı gibi] sevgili yüzüm üzerine ayağını koysun)

Türkçede bedenimizi, göğe yakın olan kısmından başlatırız. Kafamıza bu yüzden baş deriz. Önemli olan üstümüz, önemsiz olan altımızdır. Sevgilinin önemsiz bir uzvuyla aşağılayıcı bir şekilde şairin en yüce yerine dokunması, sevgiliye baş vermek (kurban olmak) için yeterli görünüyor yani. Klasik dönemde fetişizm de durağan ve bellidir. Ancak tabii bu beyitte de fetişten söz edemiyoruz. Çünkü bu şiirde ayak da yüz de şiirin simetrisini sağlayan artı ve eksi değerler olarak var. Yoksa Baki’nin anal kaynaklı bir egemenlik dürtüsüyle sadomazoşişt bir şiir yazdığını düşünmüyorum. Ama divan şiirinde anal… Neyse. Burada bitirelim bari. Kendimizi, ihmal edilen konuları ihmal etmemekle mükellef kıldığımızdan (bize neyse!) sapık ilan edileceğiz yakında. Son olarak yazımızda baş tacı yapmadığımız için kabahatli sayılabileceğimiz (Konumuz fetişizm değildi esasen, bir takım manzalardı. Yoksa böyle bir ihmalkarlığı ben dahi kabul etmem.) o büyük şairi, şu mısralarıyla anıp kaçalım:

Bak bunlar ellerin senin, bunlar ayakların

Bunlar o kadar güzel ki o kadar olur” (Cemal Süreya, s.16)

Ay ışığını paylaşırdı bacakları

Öptüm ayak parmaklarını öptüm, öptüm” (Cemal Süreya s.250)

KAYNAKÇA

YILMAZ, Ozan, (2015). Necati Bey Divanı. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı
Yayınları. Ankara.

UYAR, Turgut, (1984). Büyük Saat Toplu Şiirler, Can Yayınları, İstanbul

KÜÇÜK, Sabahattin, (2023). Bâki Divanı. https://cdn.bartin.edu.tr/turkdiliblm/36d8abd7d500ea68a634232170ee0d7b/baki-divani-16.-yuzyil-odevi-icin.pdf (Erişim Tarihi: 06.02.2023)

VELİ, Orhan, (1953). Bütün Şiirleri, Adam Yay. İstanbul.

SÜREYA, Cemal, (1998). Sevda Sözleri. YKY, İstanbul.

ayak baki fetişizm necati orhan veli şiir turgut uyar Türk


Önceki Sonraki

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İptal Yorum gönder

keyboard_arrow_up