menu Menü
Logo Yengi Mecmua

Sahra-yı muhabbetde o divanelerüz kim

Mecnun-ı melametzede en akilimüzdür



GÖKDENİZ BAŞ ÇEVİRDİ: FARS ŞİİRİNDE GAZELİN SEYRİ Önceki KAYIT MERKEZLİ OKUMA: İDEOLOJİ, MATBAA VE DİL DEVRİMİ Sonraki

KALEMİ TUTAN KİM?

Kâtip Türk şiirinde farklı dönemlerde farklı anlamlarda kullanılmış bir kelime. Özellikle kayıt, medya, iktidar tartışmalarının tarihsel seyrine göz atacak olursak kâtibin kim olduğu ile ilgilenmemiz gerek.

Yazma fiilinin faili anlamına gelen kelime esasında klasik dönemde bir meslek grubunu ifade ediyor. Katipler telif edilen eserleri istinsah eden yani yayılmasını sağlayan kişiler. Matbaanın yaygınlaşmasına kadar bahsedilen görevi ifa eden katipler bu dönemden sonra meslek zümresi hüviyetlerini kaybediyor. Sonraki dönemde kâtip, daha çok düzgün yazma bilmeyenlerin yahut eğitimsizlerin sözlerini belirli bir formda yazma yahut devlet dairelerinde kayıt tutma işlevlerini yerine getiren kişileri ifade ediyor.

Şimdi bu anlamlara biraz daha eğilelim. Klasik şiir geleneğimizde telif edilen eserler katiplerce yazılarak yayılmış. Buradaki yayılma ifadesi ile yazının temel iki işlevinden biri olan kayıt ve yayılma işlevlerine dikkat çekiyorum. Ancak burada mevzuyu iyi anlamak için şuna dikkat etmeliyiz. Şair eserini üretirken değil kaydederken bir araç olarak yazıyı kullanıyor. Şiir çoğaltılırken işin içine bir kâtip giriyor. Bir de eserin sahifelerinin farklı katiplerce de yazılabildiğini düşünürsek divanın yazılmasında çoğunlukla birden çok kâtibin çalışması var. Bu durumda yazıyı yazan kişiler yani okuyan kişiye ulaşan yazının şekli anlamda sahibi, yazım hataları ve özensiz yazısı sebebiyle şairin emeğinin çöpe gitmesine sebep olabiliyor. Bunun sonucu olarak kâtip, şairlerin pek de sevmediği bir tip haline geliyor.

Aslında eserin müellifinin bunu çoğaltan ve okuyucuna ulaştıran kişiye şairin minnet etmesi gerektiği düşünülebilir. Ancak şairler genellikle katipleri hicvetmiş, onların cehaletinden dem vurmuşlar. Fuzuli şu şiirinde bu durumu şöyle dile getiriyor:

Kalem olsun eli ol kâtib-i bed-tahrîrin

Ki fesâd-ı rakamı sûrumuzu ( سور ) şûr ( شور ) eyler

Gâh bir harf sukûtuyla kılar nâdiri ( نادر ) nâr ( نار )

Gâh bir nokta kusûruyla gözü ( كوز ) kör ( كور ) eyler

Tabi burada kullanılan alfabeyle de ilgili bir durum söz konusu. İslam alfabesinde seslerin çoğunlukla hareke ile sağlanması ve yapı olarak noktalar bulunmadığı durumda bir harfin aslında birçok sese karşılık gelebilmesi yazım hatalarının sebep olduğu problemleri çoğaltmaktadır. Ancak burada edilen bedduanın büyüklüğü de düşünüldüğünde (şiir Farsça ve Arapça olarak da yazılmış, Arapça’sında tebbet ifadesinin geçmesi bedduanın büyüklüğünü gösteriyor) kâtip ile şair arasında daha yüksek bir gerilim olduğu görülecektir. Benzer hicivlere Taşlıcalı Yahya, Necati bey gibi şairlerde de rastlanmaktadır. Daha pek çok şiirlerde de kâtibin cahilliği ve iş bilmezliğinden dem vurulurken aslında şair kendi sözlerinin eksilmesi, değişmesi, tabiri caizse düşmesinden duyduğu üzüntüyü de ifade ediyor. Yani şiir istinsah edildiğinde kendinden bir şeyler kaybediyor.

Divan şiirindeki kâtibin bu kullanımı halk edebiyatında farklılık gösterir. Çünkü halk edebiyatında şair kâtibe ihtiyaç duymaz. Şiiri dilden dile dolaşacak yahut aşıklarca icra edilecektir. Aşık Gülabi’nin olduğu söylenen şu mısralar şiirin aslında kalemle kaydedilmediğini de gösterir. Çünkü kalemi yazanlar güç sahipleridir ama şairin kalemi yazmaz:

Neyin var da bugün niye yazmıyon

Kalem seni parça parça kırarım

Hiç mi benim hallerimi sezmiyon

Kalem seni parça parça kırarım

Mutluluk okuyan ozan da sensin

Kader çizgisini bozan da sensin

Koç yiğide idam yazan da sensin

Kalem seni parça parça kırarım

Kötülük haykıran yüce ilahsın

Caninin başında sahte külahsın

Yobazın elinde korkunç silahsın

Kalem seni parça parça kırarım

Kalemi bırakalım kâtibe dönelim. Karşımıza çıkan örneklerde kâtip kelimesi ile kendi sözünü başka birisine ulaştıran kişiye değinilmektedir. Genellikle yâre yahut devletlü birisine yazılan bu yazılar, mektup ya da dilekçelerdir. Temel amaç iletidir ve kâtip şairane bir şey yazmaz hatta işi kısa tutması istenir. Bayburtlu Zihni’den şu şiir güzel bir örnek:

Kâtip sen yaz yare tez elden

Götür arz-ı halim yare tez elden

Naziktir efendim nezahetli bil

Gönderelim o didara tez elden

Kâtip çok uzatma harfi imlayı

Hemen yaz derdime iste devayı

Kerem et bekletme bad-ı sabayı

Azmeylesin o diyara tez elden

Bunun yanında kâtip uzaktakine söyleneni ulaştırdığı için de ona bir saygı duyulur, hatta biraz yağ çekilir. Pir Sultan ahvali Şah’a şikâyet ederken kâtibi de gazlıyor:

Kul olayım kalem tutan eline

Kâtip ahvalimi şaha böyle yaz

Şekerler ezeyim şirin diline

Kâtip ahvalimi şaha böyle yaz

Allah’ı seversen kâtip böyle yaz

Dünü gün ol Şah’a eylerim niyaz

Umarım yıkılsın şu kanlı Sivas

Kâtip ahvalimi şaha böyle yaz

Bu şiir aslında Aşık Veysel’in “Kâtip arzuhalim yaz yâre böyle” türküsünün aslıdır. Tabi ne kadar aslıdır yoksa artık bunlar farklı eserler midir, Pir Sultan’ın yazdığı bize doğru mu ulaşmıştır, tartışılır. Ama sözler tanıdık yani. Selda Bağcan’ın kuvvetli yorumu bir de Madımak Oteli ile birlikte daha bir meşhur olmuş. Neyse kültür tarihçiliğini bırakıp devam edelim.

Cumhuriyet döneminde ise kâtip kelimesiyle daha çok memur anlamında karşılaşırız. Özellikle Nazım Hikmet şiirlerinde kâtibi; devlet planı katipleri, vilayet kâtibi, maliye kâtibi, hastane katibi, gümrük başkatibi, tapu katibi, zabıt katibi, mabeyn başkatibi, parti katibi olarak kullanır. Bu memur kılıklı katipler genelde şakşakçı yalaka tiplerdir. Şöyle geçiyor şiirinde:

İyice yaklaştı bana büyük karanlık.

Artık ne kibri nazırın, ne katibin şakşağı.

Tas tas ışık döküyorum başımdan aşağı,

güneşe bakabiliyorum gözüm kamaşmadan.

Ve belki, ne yazık,

hatta en güzel yalan

beni kandıramıyor artık.

Artık söz sarhoş edemiyor beni,

ne başkasınınki, nede kendiminki.

Nazım dışında yakın dönemde kâtibe Edip Cansever’de rastlıyoruz. Ancak Cansever, tematik olarak ele aldığı oteli aktarırken bir karakter olarak otel katibine değiniyor. Otel kâtibi de acayip bir adamdır ama konumuzun biraz dışında.

Şimdi yazıya, yazmaya, kâtibe değindik ve mahiyetlerine ilişkin şiirimizde bir yolculuğa çıktık. Lafı bir yere bağlayalım da yazıdan ayrılalım. Matbaadan önce yazı yazanlar özellikle divan edebiyatı açısından aynı zamanda şiirin okuyucuya ulaşmasını sağlayanlardı. Bu kişiler ellerinde kalem tutmaları hasebiyle güç sahibi kimseler. Şairin ya da bugüne şair olarak kalan kişilerin eser mevzubahis olduğunda bu kişilere uyarı niteliğinde hakaretler etmesi aslında şiirin ve şairin ona kendini muhtaç hissetmemesi ile ilgili. Yani şiir var olabilmek için ne kaleme ne de kâtip denilen adama ihtiyaç duyuyor. Biraz değiştirelim o halde. Şiir, yazıya da matbaaya da yayıncıya da eyvallah etmiyor.


Önceki Sonraki

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İptal Yorum gönder

keyboard_arrow_up