menu Menu
Logo Yengi Mecmua

Sahra-yı muhabbetde o divanelerüz kim

Mecnun-ı melametzede en akilimüzdür



YAZARAK ÜRETME KONFORU Previous ŞİİRİN DİJİTAL MEKÂNI: TELEFON MU BİLGİSAYAR MI? Next

OLİMPOSTA ŞEYTANLAR YAŞAR

Türkiye’de bir galat-ı meşhur mevcut, mutlaka duymuşsunuzdur. Siyasi iktidarın sağcılarda, kültürel iktidarın ise solcularda olduğu söylenir durur. Buradaki absürtlüğü aklı başında her insan kolayca sezebilir, ama gel gör ki bu aptal yargı üzerinde iki taraf da mutabıktır. Halbuki siyasi iktidarın kaynağı kültürdür. Bu ikisi farklı toplumsal sınıfların tekelinde olamaz. Böyle bir durum oluştuysa, burada bir iç savaş söz konusudur. Öyle ya da böyle kültür, iktidarı devralacaktır. Şayet kültür sözcüğünden anladığımız “nomos” ve onun görüntüleri (sembolleri) ise. Ama tabii ki, öyle değil. Sadece, ama sadece bu konuda nedense “kültür”, sözlük anlamı dışında, sanat sepet işlerine indirgenerek kullanılıyor. Yani ülkeyi sağcılar yönetiyor belki, fakat iyi şiirler, romanlar, arthouse filmler… ve şarkılar. Hep solcuların dehasından çıkan kıvılcımlar.

Söz ettiğim bu ikincil yargının diğerine kıyasla gider tutar bir yanı var, doğru. Avam (işçi-köylü takımı) daha mütedeyyin, muhafazakar, yerli-millici; sanat sepet tayfa (küçük-büyük “bourgeoisie” çocukları) ise seküler, çağdaş, halkın değerleriyle ters düşen, ama başka bazı (kültürel sermaye… bildiğin sermaye işte! bakımından üst) halkların değerleriyle sıkı fıkı, hiç şüphesiz. Bunu doğrulamak için sektöre (eski adıyla, sosyete) kısa bir bakış atmak yeterli olacaktır. Saçılan bunca paraya rağmen diriliş, kuruluş vs gibi yapımların karizması (image monsieur), MSGSÜ sinema birinci sınıf bir züppenin. pardon. genç sanatçının çektiği bütçesiz bir kısa filmin yanına bile yaklaşamaz. Ve üzgünüm ama bu da sadece networkle, ya da daha basit bir ifadeyle, “sektörel ideolojik partikülarizm” ile açıklanamaz. Ortalama bir seküler sanat sepet işlerinde ortalama bir muhafazakardan çok daha başarılıdır.

Yukarıdaki paragrafın son cümlesi genel kabul gören büyük bir saçmalıktır ve durumun tamamıyla yanlış yorumlanmasının altındaki temel etkendir. Seküler bilinç, dindar bilince kıyasla, sanatsal yaratımın ihtiyaç duyduğu soyutlama becerisine daha yatkın bir yapıda değildir. Ancak (çağdaş) sanatsal üretim, diğer tüm modern üretim mekanizmaları gibi seri üretim mantığıyla çalışır, bu nedenle artık sosyete yerine sektör diyoruz. Seri üretimin temelinde standartlar vardır. Yani kalıplar. Çağdaş kapitalist sanat üretiminin sahip olduğu temel kalıplar ise, tüketim toplumunda muhafazakar kurumların ve değerlerin yaşadığı krizin sahnelenmesine, doğrudan veya dolaylı şekilde alt sınıfların “kenter” eleştirisine dayanır. Bu yüzden çağdaş sanatsal üretimin hakim ideolojisi her zaman sol liberalizmdir.

Sol liberal sanat vasattır. Belirli kalıpların dışına çıkmaz. Cinsellik, dezavantajlı gruplar, iktidar ilişkileri gibi temel bazı kamusal meselelere bu kalıpların dışına taşmadan skolastik bir üslupla değinir. İddialı değildir, bu yüzden rezil olma riski de taşımaz. Fabrikasyon zaten basitçe, ortalama niteliğe sahip ortalamanın üstü nicelikte ürün üretebilmek demektir. Çok iyi olmayan, ama çok da kötü olmayan, bir standarta sahip, birbirinin tıpatıp aynısı çok sayıda ürün.. Fabrika ekonomisinin birkaç cümlelik özeti. Sol-lib dünya görüşünün sektördeki hakimiyetini kapitalizmin çağdaş standartlarından ayrı düşünemeyiz. Asla sanatın ontolojisiyle alakalı bir durum söz konusu değildir, burada doğrudan doğruya hayatımızı şekillendiren standartların tarihsel niteliğiyle ilgili bir yenilik mevcuttur.

Fakat aslında bu yeni “ekosistem” içinde en değerli, manen ve madden kıymetli olan, tam da yukarıda anlattığım durum nedeniyle, fabrikasyon ürünler değil; salaş fakirhanelerde, el tezgahlarında, kadim tekniklerle üretilen, geleneksel ve standart dışı, ve “original” eserlerdir. İran kilimlerinden, koleksiyon kol saatlerinden bahsetmiyorum elbet. Suç ve cezadan, taksitle ölümden söz ediyorum. Esenlik bildirisinden ve kötülük çiçeklerinden. Birinci sınıf sanattan. Gazete köşelerinde “kalıp” sözlerle reklamı yapılan bestsellers, ödüllü şeyler değil. HAYIR! Ders kitaplarında okutulan, şiir dendiğinde, roman dendiğinde ilk akla gelen, KÜLT SANAT. Eleştirel değil, kıyıcı. Aydınlık değil, karanlık. PARA KAZANDIRMAZ TANRISINA HİÇ, ÖLÜMSÜZ KILAR ONU.  

Kült sanatı fabrikasyon sanattan ayıran başkalık, suyun üstünde biriken köpüklerle oyalanma kolaycılığına kapılmayı “ret” ederek DERİNLERE! dalmaya cüret etme ameliyesidir. Kült sanat, iktidarı eleştirmez. Düzen yanlısı yahut iktidar yalakası olduğundan değil. Aksine: İktidar bayağıdır. Bayağı olana odaklanan göz, bayağılaşır. Kült sanatın odağında iktidarın ezdiği değil, delirttiği insanlar vardır. Ezilende iktidarın kudreti, delirende zaafı görünür. Deliler, ontolojik partizanlardır. Gözcü fenerlerinin saçtığı ışık kementleri onları yakalayamaz. Cinnet halinde yaşarlar. Bu sebeple delinin öteki adı canidir. Kültleşmiş bütün sanat eserleri canilerin kendileriyle olan büyük hesaplaşmalarını anlatır. Bu hesaplaşma o denli büyük ve yücedir ki, iktidar bu hikayede bir figuruna dönüşür.

Politik doğrucu sanatın acımamızı beklediği insanlar, sistemin sözde kurbanları; kurtuluşun yegane kaynağı olan vahyin karanlık ve derin mağarasına girecek ruh olgunluğuna erişmemiş, iktidarın istikrar güneşiyle aydınlattığı dünyalarına geri kaçan zayıflardır. Good boys… Uslu çocuklar. Uslu oldukları için başlarına gelen her kötülüğü hak ediyorlar.  Uslanan, uysallaşır ve uyum sağlamaya başlar. Çığlık atmayı bırakır, inlemeyi sürdürür.

İsyan cinnet halinde süren bir olaydır. Ve nihayet büyüklerin öğütlerini dinleyerek aklını başına devşiren oğlanların kaypaklığında sona erer. Ama bazıları bu sonu reddeder. Her seferinde gerçekliğin iktidarını bir şekilde yeniden üreten o bilgiç beyinlerini kırıp teneşir tahtası yaparlar. Aklın ölümü, gerçekliğin ölümüdür. İnsan kendini ancak bu yolla gerçekleştirebilir. Ruhunu ve bedenini dünyaya rapteden zincirlerden kurtulur. Kendi diktatörlüğünü kurmaya koyulur.

Kült sanat adı üstünde dinsel sanattır. Sanatın en saf ve kusursuz halidir. Fabrikasyon sanat üretimdir. Kült sanat yaratımdır. Ruhu gerçekliğin çölünde kavrulan biçare insan, akıl tarlasını nadasa bırakıp vahyin karanlık ve derin mağarasına sığınır. Dünyadan uzaklaşır. O karanlıkta, zamandan yalıtık, o anda insan sesini duyumsar. İlk defa o mağarada insan, kendi sesini duyumsadığında, ses dile gelir. Vahyin derin ve karanlık mağarası, cinnetin kuluçkasıdır. Orada insan, aklın tiranlığından uzakta, kendi benliğinin efendisidir.

İnsan yalnız kaldığında, yalnızlığın mutlak karanlığında kendi varlığının farkına varır. Varlığını karanlıkta mağara duvarına yansıtır. İçindeki ‘ben’i dışarı aktarır. Dil vahyin mağarasında bir organ değil, bir projeksiyon cihazıdır.  Duvara yansıttığı kendiliği, yeni dünyanın gerçekliğidir. İnsan karşısında kendi gerçeğini gördüğünde, kendiyle yüzleştiğinde, hayat sona erer, sanat başlar.

Tarihe adlarını tırnaklarıyla kazımış olan bütün büyük sanatkarlar, örtülü yahut açıktan peygamberlik iddiasında bulunurlar. “Her ne söylersem cevâb-ı len-terânîdir sözüm” derken Nef’i, yazdıklarının alışılmış dizeler değil, çağdaş ayetler olduğunu söylerken Rimbaud, 40 yaşında Celladına Gülümserken İsmet Özel, aynı peygamberane duyarlılığı paylaşır. Nazım Hikmet, Akif’i mistik bulan Komünist şairimiz, Kıyamet Surelerini yazarak Kuran’daki eksik parçayı tamamladığını düşünür. Edgar Allen Poe’nun ölü kadınlarda duyumsadığı poetika, Dostoyevski’nin ancak bir kadın katilinde bulabildiği etika’dan ayrı düşünülemez. Neden Lars von Trier, Modernitenin sonunda, her şeyin başladığı yere, Dante’nin Cehennemine dönmek zorunda kaldı?

ÇÜNKÜ İNSANLARIN ÇOĞU CEHENNEMLİKTİR.

Peygamber insanlara cehennemi gösterir. Onları kendi karanlıklarıyla yüzleştirir. Önce kulak asmaz, sırtlarını döner insanlar. Ama “Karanlık” ruhlarını ısırmıştır, “Varlık” zehrini akıtmıştır bir kere. Peygamberi taşlayanlar, sonunda bu büyük put kırıcıyı yeni putları yaparlar. Kentin ileri gelenleriyse, okumuş tayfa, en başından beri zaten “hakikat”i bilir. Kendi iktidarlarına rakip gördükleri için, onun insanları yoldan çıkaran bir büyücü bir iblis, ve hiç şüphesiz bir “sapkın” olduğunu söylerler.  PEYGAMBER! ODUR Kİ: EFENDİLERİ KÖLELERİNE PARÇALATIR.

NE ANLATIYORUM BEN? KİME ANLATIYORUM? BU- SANAT ÜZERİNE BİR SÖYLEV DEĞİL Kİ. Bırakalım avam tanrılaştırsın. Bırakalım havas şeytanlaştırsın. Tanrı ya da şeytan, hiç fark etmez, en tepede, herşeyin ve herkesin üstünde, Olimpos’ta, Sanatın Pantheonunda, sanatın fabrikatörleri değil, peygamberleri vardır. Onlar dünyayı değiştirmeye çabalamazlar. İçine fırlatıldıkları dünyayı yok edip, kendi dünyalarını yaratırlar.


Previous Next

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Cancel Yorum gönder

keyboard_arrow_up