menu Menu
Logo Yengi Mecmua

Sahra-yı muhabbetde o divanelerüz kim

Mecnun-ı melametzede en akilimüzdür



BİR POSTMODERN YOZLUK: THE FULL MONTHY  Previous KAYIT MERKEZLİ OKUMA: NURCULUK BİR TÜR YAYINCILIK BAŞARISIYDI Next

MATBAANIN GÜCÜ, GÜCÜN MATBAASI

Matbaa, tarihi değiştirdi. Tarihi, insanların zihinleri değiştirmek suretiyle etkiledi. Sadece tarihi veya zihinlerimizi değil, dili de değiştirdi. Matbaa güçlü bir icattı, ona sahip olanın eline büyük bir güç veriyordu. Veriyordu vermesine de, ona sahip olabilmek için de zaten halihazırda bir gücün var olması gerekiyordu. Güçlü olmadan matbaaya sahip olunamıyordu, matbaaya sahip olmak ise gücü yaygınlaştırmada yardımcı oluyor, fikirlerin kitleye ulaştırılmasında büyük rol oynuyordu.

Baskı, matbaadan yüz yıllar önce Çinliler tarafından kullanılıyordu. Ancak ne matbaa kadar hızlı, ne ucuz ne de kullanışlıydı. Dolayısıyla hala bir makineye ihtiyaç vardı. Gutenberg bu ihtiyacı karşılamaya yönelik bir adımı on beşinci yüz yılın ikinci yarısında attı.  Tabi onun öncelikli amacı para kazanmaktı. Hacılara malzeme satan bir atölye sahibiydi Gutenberg, en çok para kazandığı ürünleri daha hızlı üretmek, daha ucuza mal etmek, daha kullanışlı hale getirmek istiyordu. İlk bastığı kitap İncildi. O, bununla ne Katolik kilisesine muhalefeti hedeflemiş ne de para kazanmak dışında bir şey düşünmüştü. Otorite ile bir derdi yoktu, aksine var olan otoriteden besleniyordu. Yaptığım yatırımın ileride ortaklarının etkisini azaltacağını bilmiyordu.

Martin Luther oyuna dahil oldu sonraları. Luther, İncil yorumunu yarım milyon adet bastırdı. Bugün dahi 500.000, baskı için çok çok yüksek bir sayıdır. Herkesin okuma yazma bildiği bir ortamda ortalama bir kitabın 1000 adet basıldığı bir vasattayız. Bu sayı, Luther’in Almanca okur yazar herkese İncil yorumunu ulaştırmayı hedeflediğini hissettiriyor. Her neyse. Görüyoruz ki matbaa Protestanlığı beslemiş görünüyor. Bu anlamda Luther, yoksul ölen Gutenberg’e borçlu addedilebilir belki.

Matbaa dili de değiştirdi demiştik. Bu Luther’in bastırdığı yarım milyon İncil var ya, işte onlar birçok lehçe ile konuşulan Almanca’nın standartlaşmasına yardımcı olmuş. Dili bile tektipleştiren, standart hale getiren, bir kalıba sokan bir alet matbaa. Kötü mü oldu? Bilmem.

İnsanlar bilgiyi kağıttan temin eder hale geldiler. Kitapların öğrencileri değil, doğrudan okurları oldular. Dolayısıyla doğrudan yorumcuları da oldular. Entelektüellik düzeyi iyi olmayan da okumaya, bilgi ve yorum sahibi olmaya başladı. Ya da en azından kendini öyle hissetti. Ne de olsa okuduğu şey birilerinin sahip olduğu bir aletin bastığı satırlardı.

Aydınlanma filozoflarının kitapları da yayılmıştı matbaa ile birlikte. Herkes yeni söylenenlere filtresiz kulak kabartabiliyordu. Ancak bu sefer de söylenenlere filtresiz kulak kabarttığını düşünenlerin kendi kulakları birer filtreydi. Herkesin bir metni anlayabileceği düşüncesi yaygınlaştıkça, oturdukça anlaşılmaya çalışılan metnin bağlamından veya metnin etrafında oluşturulagelen anlama metodundan (geleneğinden) bağımsız yorumlar artıyordu. Bu bir tezattı aslında. X bir fikri herkes okusun ve anlasın diye bastırıyorsun, bir de bakıyorsun ki anlatmak istediğin x fikrin yanında bir de y ve z fikirleri çıkmış. Anlatan yok olmuş. Her bir baskı, okur ile anlatıcıyı yaklaştırma girişimi iken anlatıcıyı uzaklaştırmaya ve hatta yok etmeye yaramış. İncil basmak istemişsin, İncil yok olmuş. Yok yok, aslında herkesin elinde hiç olmadığı kadar var olmuş bir de. Kötü mü olmuş? Bilmem.

Doğrudan metne yönelik okumanın, onu yapısöküme uğratmanın, anlatıcının, yazarın veya şairin ölümünün matbaa ile doğrudan alakası olduğunu düşünüyorum. Doğrudan sadece metne bakarak ondan bir şeyler anlamaya çalışmanın önceden de var olduğu iddia edilebilir elbette. Mesela İbn Arabi’de yapısalcılık vb. tezler görebiliyoruz. Çünkü İbn Arabi de metni doğrudan metne bakarak çözümleyebiliyor, aşırı yorumlara gidebiliyor. Ya da biri İbn Rüşd gibi İslam filozoflarının Kur’an hakkındaki yorumlarını, gelenekten ve metinden bağımsız anlama faaliyetlerini gösterip bize itiraz edebilir. Ancak matbaanın getirdiği ile İbn Arabi veya filozofların yorum yöntemi arasında ciddi bir fark var. Onlar metnin dediği x bir anlam olduğunu kabul ediyorlardı. Ancak bu x anlamın katmanları olduğu iddiasındaydılar. Yani metin katmanlı bir yapıya sahipti ve bir kesim için anlam x, bir başka kesim için y, diğer bir kesim için z idi. Bunun ucu son derece açık yorumlarla, yazarın ölümüyle, metnin kıyametiyle ciddi bir farkı var. Bir metnin anlamının okur tarafından belirlenmesi, anlamının okurun elinde olmasıyla o metnin katmanlı anlamlara sahip olması takdir edilecektir ki aynı değildir. İkincisinde katmanlı da olsa metodoloji dahilinde bir anlama faaliyeti ve metnin yazarının iradesi var. Yazarın iradesi farklı kesimler için farklı katmanlarda tezahür ediyor ancak bu, bu iradenin var olmadığı, yazarın olmadığı anlamına gelmiyor. Yani ortada iki farklı paradigma söz konusu. Matbaanın getirdiği paradigma ile ondan öncesinin paradigması arasında elbette bazı benzerlikler kurulabilir fakat iki paradigma arasındaki farklar hiç de azımsanacak farklar değildir.

Hayatımıza matbaa kuvvetli bir şekilde girdi, onu sertçe değiştirdi. Artık hayatımız, düşüncelerimiz eskisi gibi değil, olmayacak. Tarihimiz, zihnimiz, birikimimiz ve üretimimiz bambaşka. Kısacası kaydımız, dünyadaki izimiz bambaşka. Matbaa bir kayıt aracı olarak bunu başardı. Tıpkı videonun, sosyal medyanın, internetin başardığı gibi.

Kötü mü oldu? Bilmem.


Previous Next

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Cancel Yorum gönder

keyboard_arrow_up