menu Menü
Logo Yengi Mecmua

Sahra-yı muhabbetde o divanelerüz kim

Mecnun-ı melametzede en akilimüzdür



EZİLİYORLAR ALTINDA Önceki ABES-MUKTEBES TARTIŞMASINI YENİDEN OKUMAK Sonraki

KAYDIN KUDRETİ, ŞİİRİN TEŞEKKÜLÜ

Tanzimat’tan günümüze kadar edebiyatımızı büyük ölçüde biçimlendiren basılı kitaba dayanan kültür mirasını, oluşturduğu muazzam gelenek ve tecrit edilmesi gereken züppelikleriyle birlikte devraldık. Tanzimat edebiyatçılarının devraldığı sözlü ve tahrirî gelenek de bahsettiğimiz mirasa dahil elbette. Ancak Tanzimat, kayıt merkezli okuma dahilinde yeniden tanımlanmak durumunda.

Tercüman-ı Ahval’de yayınlanan manzum tebrik ve tarihler, hatta onlara verilen manzum cevaplar bize ne anlatıyor? Edebiyat tarihini, kısaca, sözlü, yazılı ve basılı dönemler altında ele alırsak bu soruya kolaylıkla cevap verebiliriz. Ancak bu soruya cevap vermeden önce yeni bir kayıt sistemi olan matbu kayıt sisteminin gazete dolayısıyla Türk şiirine nasıl yön verdiğine bakalım.

Tanpınar, dolaylı olarak, gazete sayesinde edebiyatın umumun malı haline geldiğini belirtiyor. Şinasi de Tercüman-ı Ahval mukaddimesinde bunu, “Umum halkın kolaylıkla anlayabileceği mertebede işbu gazeteyi kaleme almak mültezem olduğu dahi makam münasebeti ile şimdiden ihtar olunur.” diyerek ifade etmişti zaten. Gazete çıkartırsanız umuma ihtiyaç duyarsınız çünkü. Gazetede şiir yayımlarsanız ne olur peki? Çok da farklı bir şey beklemeyin.

Şiirin bizatihi kendisi hitap edeceği kitleyi belirlemez. Şiirin muhatabını belirlemede en büyük görevi kayıt sistemleri üstlenir. Edebiyat, muhatabı karşısında ve üretildiği kayıt sistemi dahilinde teşekkül eder. Bunu gazete ile gelişen edebiyatımızın bir daha asla eskisi gibi olmayışından ve olamayacağından biliyoruz. Bu, gazete-şair ilişkisi öyle basit bir ilişki de değil üstelik. Avrupa’ya firar eden şairlerin Avrupa’da da gazete yayınlamayı bırakmaması gibi bir durum var mesela. Burada Ziya Paşa’nın meşhur Şiir ve İnşa makalesini anmakta fayda var. Biliyorsunuz Şiir ve İnşa, Ziya Paşa ve Namık Kemal’in Londra’da çıkarttığı Hürriyet gazetesinde yayınlandı.

Peki gazete gibi bir iletişim aracı olmasaydı ve şiir matbu araçlar ile teşekkül etmeseydi Ziya Paşa Şiir ve İnşa’yı yine de yazar mıydı? Çok basit. Yazmazdı. Şiir ve İnşa’nın besleneceği zihin iktisadı yani umuma mâl edilmesi gereken bir edebiyat fikri oluşmazdı çünkü. Çünkü kayıt, aklı besleyen, alternatif akıl üreten sahalar üretir durur.  Çünkü medya, sürekli değişim gösteren bir sistemdir. Şiir de tarih boyunca buna intibak sağlayarak var olagelmiştir. Ve son olarak, Ziya Paşa Şiir ve İnşa’yı gazete gibi bir iletişim aracı olmasaydı yine de yazmazdı çünkü gazete, ideali dayatırken güzelin ideal olmadığı bilgisini de ister istemez çoğalttı. Kendisinden yeni güzellikler, edebi anlamda alternatif manipülasyonlar doğurdu. Şiir ve İnşa da bütün bunlar sebebiyle, içerdiği bütün yanlış bilgiler ve asılsız suçlamalarla edebiyat tarihimizin en önemli metinlerinden biri oldu.

Gazete, Tanzimat’tan İkinci Yeni’ye kadar şiirin ne olduğunu belirledi. Takvim-i Vekayi ile başlayan süreç, edebi anlamda son verimini Pazar Postası ile verdi yani. Sonra dergiler üstlendi bu yükü. Gazeteler kadar verimli bir süreç yaşattı mı edebiyata bilinmez ama matbu edebiyatın gazete sonrası bir kriz yaşadığı malum. Gazetenin oluşturduğu zihin iktisadı ile yetişen şairleri hariç tutarsak tepkiselliğin azaldığı kesin. Bugün için böyle değil tabii. Tepkiyi hızlandıracak birçok iletişim aracına sahibiz artık çünkü. Şairin söz sahibi olduğu hiçbir medyum malayani olmadı. Çünkü neyse, uzar.

KAYIT VE NİYET: ŞİİRİMİZDE BİREYİN GÖSTERİMİ

Kaydın tanımlarından biri de sınırlamadır. Bir düşünceyi, sesi, görüntüyü vs. kayıt altına aldığımız zaman onları sınırlandırmış oluruz yani. Sözlü kültürün de vezin, kafiye vs. gibi kayıt imkanlarına sahip olduğu malum. Yani, bir iletiyi kayıt altına aldığımız takdirde onu, sözlü iletişimin sınırlandırmasından da kurtarıyoruz anlamına geliyor bu. Dolayısıyla, iletinin, nasıl ve neyle sınırlandırılacağı ya da sınırlandırılmayacağı, iletinin besleneceği düşünce iktisadını belirliyor, diyebiliyoruz.

Duymaya alıştıklarımızın ve görmeye alıştıklarımızın tesiri elbette aynı kuvvete sahip değil. Bireyin temsilinin (représentation) yaygınlaşması ile matbaanın nüfuzu arasındaki korelasyon gibi video ile iletişimin yaygınlaşması ile benzersiz bireyin önemsenmesi arasında yine bir tür korelasyon vardır. Basitçe söylemek gerekirse matbaanın okuru mecburen muhatap kıldığı benzersiz birey, sanatın video ile gösterimiyle değerli bulunmuştur. Çirkin, namusuyla, onuruyla, gururuyla vs. değil çirkin oluşuyla dahi değerlidir artık. Çünkü güzelin tanımı ile çirkinin tanımı arasında fark, tıpkı doğru ile yanlışın arasındaki fark gibi giderek belirginliğini yitirmiştir.

Garip şairleri tam da bu sebeplerle benzersiz, eskisine kıyasla ideal olmayan bireyin şiirini yazmışlardır. Mehmet Akif’i diğer manzum şiir üreticilerinden ayıran tam olarak budur. Konuşma dili bu sebeple rağbet görmüş, önemsenmiştir. Ancak burada şu sorunla karşılaşıyoruz: Gelişen yeni kayıt sistemleriyle üretilen ürünün şiir olup olmadığına nasıl karar vereceğiz? Niyet de tam olarak burada giriyor devreye. Şiir tarihi muhasebesi sonrasında ortaya konulan şeyin şiir olduğunu iddia etmek gerekiyor yani. Orhan Veli ile Ahmet Haşim’i aynı anda şair yapan nedir sorusu bize yardımcı olabilir belki. “Şiir tarihiyle hesaplaşmaları ve ortaya koydukları şeyi şiire (şiir tarihine) yakıştırabilmeleri” olsa gerek bu sorunun cevabı. Yani burada sanatçının şair olması için ilkönce şiire (şiir tarihini yorumlamaya) niyet etmesi gerektiğini belirtmek gerekiyor.

Peki biz, aklımıza gelen mısraların bir araya gelmesi sonucunda oluşan şeye neden şiir diyoruz? Soruyu abartalım, aklımıza neden “mısra” geliyor?  Çünkü şiire tarihsel kabullerle başlarız. Hiçbir insan şiirle ilk rabıtası esnasında orijinallikten söz edemez, bu sebepledir. Klasik şairin aksine modern şair, neye nazire yaptığını bilmez, bunun sebebi de aynıdır.

Bir kayıt ihtiyacı olarak yazı, varlığını, insan hafızasının eksikliğine ve insanın zapt edilemez olmasına borçlu. Dolayısıyla yazının icat ettiği her şeyin borçlu olduğu şey yine insan hafızasının eksikliği ve insanın zapt edilemez oluşu. Yani şiirin nasıl bir zapt edilemezlik içerisinde kurgulanacağı kararlaştırılırken üretilen kurgu, şiir tarihini tanzir edebilme imkânı sunuyorsa, şiiri öncekinden farklı bir zeminde de olsa var kılabiliyor. Burada insanın yazıyla yahut kayıtla kurduğu ilişkinin bir yorumu mutlaklaştırarak yorumlamak üzerine kurulu olduğunu belirtmek gerekiyor. İyi uyduran kazanır yani.

GAZETEDEN TELEVİZYONA TÜRK ŞİİRİ

Matbaanın, yorumcuların ve yorumların sayısını artırarak hem bireyselleşmenin önünü açtığını hem de şeyleri tıpkı eski kayıt sistemleri gibi; ancak daha büyük bir iştihar imkanıyla, belirli bir zihin iktisadına hapsederek insanları aynılaştırdığını belirtelim. Ya da işte yukarıda belirttiğim korelasyona dikkat çekelim. İster istemez kamuoyu düşüncesinin önemini vurgulayan gazete ve dergi, dolayısıyla matbaa, ulusal bilincin başlangıcı olarak da kabul edilebildiğinden edebiyatımızı hem biçimsel hem de kimlik arayışlarının membaı haline getirdi.

1950’lerde televizyon ile başlayan görsel iletişim çağı, kamuoyunu tek yahut birkaç merkezden yönlendirme imkanlarının hem en sonuncusu hem en etkilisiydi. Bu, İkinci Yeni’nin sadece Pazar Postası tartışmaları üzerinden okunmayacağını da anlatıyor bize. Çünkü televizyona çıkmış en taze şairler yine İkinci Yeni şairleriydi. Ek bir soru: Radyo olmasaydı, Yusuf Hayaloğlu’nun ismi şiir ile yan yana gelebilir miydi? Bir de yazının başında şunu sormuştum “Tercüman-ı Ahval’de yayınlanan manzum tebrik ve tarihler, hatta onlara verilen manzum cevaplar bize ne anlatıyor?”. Bu sorunun cevabı aşağıda ama kısaca şöyle cevap verelim: Kayıt sistemleri birbirlerini tüketirken birbirlerinden feci halde besleniyor. Belki de bir sömürü bu.

UYARI!

Biz, televizyona deccal denilen bir toplumda yetişmiş olan şairleriz, yani yola erken bile çıktık. Zannediliyor ki matbaa çağının sonuna gelindi diye şiirlerimizi video aracılığı ile kaydediyoruz. Televizyon çağı, ne matbaa ne radyo çağının sonu olmuştur. Aynı şekilde el yazmaları da matbaa çağında önemini korumuştur. Ancak modern şiirin zihin iktisadı matbaa ile oluşmuştur. Akabinde şiir okunan, söylenen bir şey olmaktan çıkıp yazılan bir türe dönüşmüştür. Kişisel video aktarımını mümkün kılan çağ da elbette şiirin nasıl oluşacağını etkileyecektir. Ancak burada “etki” kelimesini, tek yönlü bir neden-sonuç ilişkisi içerdiği için tartışmak gerekir. Biz de zaten bu etkileşimin diyelim, yol açacağı şeyin sonunda ne olacağını merak ediyoruz. Nitekim bugün, içerik (şiir), üretici (şair) ve izleyici (okur) arasında deveran eden şiir, yaşadığımız iletişim çağını en gerçekçi biçimde anlatma imkanını sunmaktadır. Son olarak, internet aracılığı ile yayın hayatına devam eden şiir medyumlarının matbaa kültürünün zihin iktisadınca şiir yayınlamalarının bir tür anakronizm olduğunu belirterek, yaptığımız işin, sürdüğümüz izin bu olmadığını söylemek durumundayız.

*Yazıda alıntı yok ama Burke’den baya beslendim.


Önceki Sonraki

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İptal Yorum gönder

keyboard_arrow_up