Tarih, toplumların uzun vadeli siyasi plan ve pratiklerini dayandırdığı sosyal bir meşruiyet zeminidir ve bu haliyle kolektif hafızanın tanzimi olduğu kadar ulusların global planda da bir haritası olarak karşımıza çıkar. Bu yönü itibariyle tarihin akışı meselesi, her milletin kendi kökenlerini sulaması amacıyla sürekli ağzı yer değiştiren bir ark gibi muamele görür.
Tarihin bilim olup olmadığı tartışıladursun tarih, ideolojik aygıtların zorunlu basamağı mesabesindedir zira onun hangi ilerleyip ilerlemediği, ilerliyorsa hangi aksiyonlar aracılığıyla aktığı gibi birçok mesele bu ideolojik bakışın bir ürünüdür. Örneğin Hegel’in meşhur diyalektik tarih felsefesi, Avrupa’da zirvesini gören Aydınlanma Düşüncesinin ve Avrupa’nın dünya üzerindeki kemal noktaya ulaştığı düşüncesi çerçevesinde yarı ideolojik bir tavra sahiptir. Yazan kadar okuyanların bakış açısınca şekillenen tarih anlayışı ve akışı dolaysıyla modern dönemde tarihin “yorumlanmak” maksatlı okunan bir birikim olduğunu söylenmek yanlış olmayacaktır.
Tarihin hangi akslar üzerinden hareket ettiği meselesi de modern dönem ve sonrası için hayli önem arz eden, ideolojilerin kök bulduğu bir tohumdur. Sosyal aksiyonların mı yoksa sınıf çatışmalarının mı üzerinden yürüdüğü gibi tartışmaya açık olan bu problematik, modern dönemde “teknolojik belirlenimcilik” akımınca da iletişim araçlarının gelişmesi ve bu tekamül üzerinden şekillenen toplumsal olayların etrafında akan tarih bugüne gebe kalarak günümüz dünyasının “an”ına varmıştır. Bu bağlamda, ünlü Kanadalı İletişim Bilimci Marshall McLuhan, iletişim araçlarının tahakkümünde gördüğü tarihi bu araçların sosyopolitik ve ekonomik etkileriyle toplumların serencamını tekrar kurgulamıştır.
Üç evrede ilerleyen (uzmanlarınca dört evreye de bölünebilen) çoğunlukla lineer akışa sahip bu çizgi kabile, yazım ve elektrik çağları (tribal, scribal, néolibéral/électrique) devirleri olarak sıralanabilir. Bu akış muvacehesinde tarihin motorunu teşkil eden yazı, mektup, telgraf, telefon gibi iletişim araçları insanlar arasında yeni mutabakatlar (consensus) veya yeni çatışmaların (conflit) fitilini ateşleyerek onların yaşam tarzlarından zihni faaliyetlerine kadar bütün insani konumlarını yapılandırmıştır.
Gelgelelim insan iradesini neredeyse hiçe sayan “teknolojik belirlenimcilik” düşüncesi sosyal belirlenimcilerce çokça eleştirilmiş ve Saussure’nin “dil”i yapısal bir konuma taşıması misali, iletişim araçlarının mutlak hakimiyetini vurgulayan düşünce, güçlü bir tazyike uğramıştır. Öte yandan modern toplumların olmazsa olmazı haline gelen iletişim temelli tarih ve sosyolojik bir okuma yapmak alternatifini burada gösterebiliriz. (Elbette bu okuma klasik Batı merkezli tarih yazımı içerisinde tutarlı olabilir zira inançlı insanların salt maddi değerler üzerinden yapılan bir okumayı içselleştirebilmesi kabul edilemez.)
Juri Lotman’ın ifadesiyle “ikincil bir biçimlendirme aracı” olarak tanımlayabileceğimiz yazı ile tarihi tecrübesini müşahhas ve hatta destansı bir zeminde yükselten Batı tecrübesi düşüncenin forma büründüğü bu vetirenin “uniform”a dönüşmüş nihayeti mesabesindedir. Kabile Çağında sözlü kültürün bir getirisi aynı zamanda da zorunluluğu olarak toplanmaların ve toplulukların arzı endam ettiği bir sürece rastlanır. Zira iletişim, insanın içtimai/cemiyete dönük bir varlık olması sebebiyle ihtiyaçtır. Bunun yanı sıra, sözlü kültürün imkanları vasıtasıyla hayati tecrübelerini yenileyen insan, nesiller arası aktarım sayesinde de deneyim ve verilerini aktarabilmiş ve her yeni kuşak, bu kümülatif birikimden faydalanma imkânı bulmuştur.
Yazı ile birlikte kulak ve ağzın yanında artık gözün ve görsel becerilerin hükümranlığını ilan ettiği yazılı çağ, aslında modern tipografik insanın özünü teşkil etmektedir. Zira Mcluhan’ın zaman zaman lineer zaman zaman da döngüsel bir karaktere bürünen tarih felsefesi bu tipografik insanın yörüngesinde hareket etmektedir. Yazı insanlar arasında da yeni bir uzlaşım alanı olup belli göstergelerin tekabül ettiği sesler ve bunların birleşimlerinin anlam dünyası sözlü kültür mensupları için yeni bir anlaşma zemini olacaktır. Sözlü kültürün doğası itibariyle mecbur bıraktığı iletişim kurmanın yegâne yolu, topluluk haline bulunma durumu, yazının insan hayatına girişiyle beraber insanların bireyselleşmesinin başlangıcı sayılabilir.
McLuhan’ın paradigmasınca insanın ürettiği teknolojiden ziyade teknolojinin/tekniğin yonttuğu insan yazının hayatına girmesiyle birlikte imgelere yüklediği anlamdan, düşünme biçimlerine kadar hayli köklü bir değişim yaşamıştır. Zira yazı olgusu ve yazmak eylemi birtakım normları beraberinde getirdiği için insanlar, düşünüş biçimlerini de bu normlarla doğru orantılı olarak daha sıkı (compact) hale getirmiş ve düşünceyi de formel biçimlere taşımaya çalışmışlardır.
Öte yandan, iktidar aygıtlarının kaba güç üzerinden kurdukları tahakküm/iktidar mekanizmaları da yazı ile beraber farklı idari kanalları beraberinde getirmiştir. Hükmedilen yığının demografisinden, yapılan ticarete değin kayıt altına alınan idari işler de özellikle hukukun da yazıya geçirilmesiyle farklı bir veçheye bürünmüştür. Şöyle ki, yazıya geçirilen hukuk, aşkın bir hale büründürülerek tümüyle tabiiyet toplamak yoluyla kendisi üzerinden, Batı’nın “ilah” mertebesine yükselttiği formel devletlerin inşa edilmesi sağlamıştır. Kısaca, yazı sadece kağıt ve kalemin (ya da bu işlevi gören başka araçların) ortaya çıkardığı alelade bir iletişim aracı değil düşüncenin formel kalıplarla (matematik gibi) yeniden üretimidir.
J.C Carothers Pshyciatry dergisindeki makalesinde adeta ilkel ve gelişmiş/modern olarak tasnife tabi tuttuğu Afrika ve Batı toplumları arasındaki farkı “ses/duymak” ve “görsel/görmek” kavramları üzerinden savunur. Durkheim’in mekanik ve organik ilişkiye sahip toplumları tanımlamasını hatırlatan bu ayrım, şehirli/medeni (civilisé) noktasına varabilmiş Batı insanının bilimsel övgüsü de sayılabilir. Yazının “görme” yetisine yaptığı atıflar Gutenberg ile anılan meşhur buluş ile tarihsel bir sürekliliğe kavuşacaktır: Matbaa…
Meseleyi teknolojik belirlenimcilik veçhesinden ele alalım ya da almayalım tekniğin sosyal aksiyonlara kendi ruhunu zerkettiği apaçık bir gerçektir. Jacques Ellul’un teknik bahislerinde sıkça söz ettiği üzere mevzu bahis olan bu teknik, “makine” tasavvuruna indirgenemez ölçüde karmaşık bir zihniyet dünyasına kapı aralarken makine ise ondan tevarüs eden bir cüz ve somutluktur. Matbaa da bu somutluğun bir göstergesi olarak evvela sokağı aydına götürmüş akabinde de aydını sokak adamına sığdırmıştır. Peki nasıl?
El cevab: Önümüzdeki sayının konusudur?