menu Menü
Logo Yengi Mecmua

Sahra-yı muhabbetde o divanelerüz kim

Mecnun-ı melametzede en akilimüzdür



AYNI Önceki ÇİZECEKSİN Sonraki

YAR DEYİNCE MERCEK ELDE TİTRİYOR

“Bir eli yanına düşmüş, diğeri şakağında duran genç Aristoteles ayaklarını rahatça çaprazlamış, minderli bir iskemlede otururken, kucağında açılmış parşömen tomarını isteksizce okuyor. Kemerli burnu üstündeki kelebek gözlüklerini tutan sarıklı ve sakallı bir Vergilius, şairin ölümünden on beş yüzyıl sonra yapılmış bir portresinde bölüm başları kırmızı harflerle belirtilmiş bir cildin yapraklarını çevirmekte. Sağ eli kibarca çenesini tutan Aziz Domingo, geniş bir basamakta dinlenirken dünyadan kopmuş, dizlerinde öylece duran kitaba dalıp gitmiş. İki sevgili olan Paolo ve Francesca, bir ağacın altında diz dize oturmuşlar, onları yazgılarına taşıyacak olan dizeyi okuyorlar: Paolo’nun eli Aziz Domingo gibi çenesinde; Francesca ise kitabı açık tutmakta; parmakları hiç varılamayacak bir sayfayı gösteriyor. Onikinci yüzyıldan iki Müslüman öğrenci, tıp okulu yolunda durmuş, taşıdıkları kitaplardan birine bakıyorlar. Kucağında açık duran kitabın sağ sayfasına işaret eden Çocuk İsa, tapınaktaki büyüklere okuduklarını açıklarken, onlar şaşkın ve pek inanmamış biçimde kitaplarının içinden karşıt fikirlerine nafile destek aramaktalar.”

Âlberto Manguel – Okumanın Tarihi

Bizdeki geçmişi “okumak” düşüncesi, bugünün dilini yakaladığımız için kökleşme ya da kendimize dayanak oluşturmanın heyecanıyla var olmadı. Eylem, kuramdan önceydi hep. Bu da bize okumaya yönelik tarihsel bilgiye ulaşmada kolaylık sağlıyor sadece ve daha çok yaptığımız işi konuşmaya yarayacak metinlerle muhataplığımızı kuvvetlendiriyor. Çünkü öncekilerden farklı bir eylemle ortaya çıkmak için illa peşinen tarihsel okuma yapılmalı gibi bir kaide söz konusu olamaz. Eylem varsa zaten başkalarının tekrarı olmak reddedilmiş değil midir? Dolayısıyla aramızda kimsenin “büyük metinleri” aşmayla da derdi yok. Onları devirmeliyiz düşüncesi, her yerde gördüğümüz üzere okunanları genel kültür bilgisi olarak satmaya yarıyor en çok. Yengi, aynı zamanda tacirliği de es geçtiğinden blöf yapmak da yok, retorik ve kılık değiştirmek zaten yok. Hem, öyle bir ekrana çıkıyoruz ki fular gündemimiz bile olamıyor. Enis, karşısına başka bir Enis almış şiir okurken balon şişiriyor? Musa, kendisini yere atıyor? Osman, koltuğa oturmuş kalem kırıyor? Blöf denecekse buyurun size blöf. Konuyu, Bilal’e anlatırcasına birkaç madde halinde izah edeyim:

  1. Yazılanlar ezberlenip kamera karşısına çıkılmıyor,
  2. Kaydedilen eserler video editleriyle kotarılmıyor,
  3. Kayıtlar, a4 kağıdıyla (word dahil) bağlam kurularak oluşturulmuyor,
  4. Kayıtlar, eserlerin direkt kendisidir.

Kısaca: O öyle değil. Yani yazmanın tarihi halihazırda devam ediyorken bizim eserlerimiz, kayıt dışı tarih unsurları olarak mı kabul edilecek? Yar deyince hep kalem mi düşecekti elden? Enis, “acılarımı şuramda saklıyorum” derken göz torbalarını işaret etti şiirini kaydederken. Y. Kenan, semtin kıyıcısı ve torbacısı Afgan’ın makineli silahla havaya ateş edişini sesiyle ve hareketleriyle gösterdi. (Biraz da kendimi öveyim.) Ki, hepimiz (Ebubekir, Ensar ve Harun dahil) hala kameraya çok yabancı olduğumuzdan amatör görünüyoruz fakat hiç önemi yok. Kameranın, eser üretmek adına kalem veya klavye kadar işlevsel olduğu kanaatine çoktan vardık.

Yazıyı, bağlama oturturken  “Zaten İstanbul’dasın diye gitmeyi ertelediğin neresi varsa orada değilsin”, diye tweet attım. Aslında çok saçma. Yani “yazı”yı, bir sosyal medya uygulaması üzerinden kontrol edebiliyor oluşum ilgimi çektiği için meramımı, gitmeyi ertelediğim yerler üzerinden anlatasım geldi. Okumayı ve yazmayı bilmek, zaten elimizin altında diye ertelediğimiz ve adlarını, sanlarını kafamızda bir yığın halinde dolaştırdığımız büyük metinlerle dolaşmamızdan öteye çok götüremiyor bazen. Sorulunca söylenemeyenler için BÜYÜK METİNLERi referans göstermek iç rahatlatıcı geliyor. Söylenebilenler de aynı şekilde. (Bunları, açıklamasını yapamadığım detaylar için mecaz ürettim anlamında okumayalım.) Neyse, buraya kadar iyi. Şimdi bunu, bağlama uzaklık yakınlık meselesiyle ilgilenmeyerek şöyle açıklamak istiyorum: Biz, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir şeye yükselirken “abi çok iyi ya” kabilinden karaktersiz cümleler kurmadığımız gibi “gençler kıpır kıpır maşallah” ya da “bunlar yapıyo bi şey ama…” gibi ifadelerin de bir yerinde değiliz. Çok basit aslında, devasa bir zemin var ve bunu kurcalıyoruz. Böyle bakınca aslında çok da farklı olmayan şeyler söylüyor olduğumuz kabul edilebilir. Bunu söylemekte bir sakınca görmüyorum ancak şunu da sormak istiyorum: Bu sefer okumanın ve yazmanın tarihsel bilgisine göre halihazırda kalemi, kağıdı ve matbaayı bu kadar zamandır aynı işlevlerinden faydalanarak kullanmak rahatsız edici değil mi?


Önceki Sonraki

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İptal Yorum gönder

keyboard_arrow_up