menu Menü
Logo Yengi Mecmua

Sahra-yı muhabbetde o divanelerüz kim

Mecnun-ı melametzede en akilimüzdür



BÜYÜK AMA PARÇALANABİLECEK KADAR Önceki SIK SIK YÜRÜ Sonraki

ZEKİ MÜREN SENİ GÖRMEYECEK, SEN ZEKİ MÜREN OLACAKSIN

Yengi 3 için yazdığım “Bir Kamera Bir Tripoda Yenileceksiniz” metnini kurgularken iki temel noktaya değinmek istemiştim. İlki yeni kayıt yollarının teknik imkanlarıydı, ikincisi ise bu yeni kayıt imkanlarının kolaylaşması ve yaygınlaşması hakkında olacaktı. Fakat ikinci noktaya gelmeden yazıyı kestik ve bu meseleyi ayrı bir yazıda ele almak istedik.

                “Bugün 31 Ocak 1968, bu akşamki deneme yayınına başlıyoruz.” İyi giyimli bir kadın kameranın karşısına geçip düzgün bir diksiyon ve renk vermeyen bir yüzle bu cümleyi kurdu. Nuran Devres’in 54 sene önce TRT ekranlarında yaptığı ilk televizyon anonsundan bahsediyorum. Kameranın önünde bir masa ve masanın arkasında sandalyesine oturmuş belinden yukarısı gözüken bir spiker.  Belki de televizyon yayıncılığının en klişe sahne düzeni olabilir. Kameranın berisindeki kitleye karşı konuşan tek bir kişi. Hemen hepimizin haber yayınlarından, ulusa seslenişlerden yahut talkshow programlarından aşina olduğu bir manzara. Günümüz için çok bilindik bu görüntü o gün için oldukça yeni, resmi ve hatta yabancı bir durumdu.

                Kamera icat edildikten sonra hem bir şeyleri kaydetmek hem de bir şeyleri kitlelere ulaştırmak maksatlı kullanılmıştı. Bu durum yazının yahut matbaanın sunduğu ikili işleve benzer. Ancak kitlelere ulaşması için kayda alınan görüntüler genellikle bir kurgu içinde aktarılan hikayeler oluyordu. Yani bir film çevriliyor yahut bir tiyatro daha geniş bir dekorla ve yeni imkanlar dahilinde dış mekânda kayda alınıyordu.  İzleyiciler yoktu, kayıt gerçeğin dışındaydı. İzleyici dinleyici değil bir tanıktı. Ancak bu kayıtlar sadece sinemalarda oynamaya müsait nitelikteydi. Henüz evlerin içine girecek ekranlar üretilmemişti.

                20. yüzyılın ikinci yarısında televizyon yayıncılığı devlet eliyle başladı. Burada konumuzdan sapmamak adına değinemeyeceğim bir propaganda misyonu da vardı tabi bu yeni mediumun. Konumuz gereği benim değinmek istediğim nokta bu yeni teknolojik gelişme kendi formunu da doğurduğu. Artık ekranların başındaki izleyicilerin farkında, onlara hitaben ve onların dinlemesi için sözler söylenecekti. “Program” olarak adlandırılan bu çekimlerin haber, siyaset, muhabbet, eğlence, yarışma ve daha pek çok konuda örnekleri üretildi.

Günümüzün içerik zengini hatta çöplüğü bir çağdan geriye baktığımızda televizyonun uzun yıllar neredeyse hiçbir şey üretmediğini görürüz. 90’lı yıllara kadar özel sektöre kapalı olan televizyonculuk tek bir kanalın ürettiği içeriklerle sınırlıydı. Herkesin evinde televizyon yoktu ve teknoloji oldukça pahalıydı. 90’larda özel kanalların açılması, yeni içeriklerin üretilmesi, artan ithalatçılık ve teknolojinin ucuzlamasıyla televizyon programları çoğaldı, televizyon yaygınlaştı. 2000’lere gelindiğinde hemen herkesin evinde; içinde insanların, konuşmaların, çoğu zaman uzak ve imrenilen hayatların bulunduğu cam ekranlar vardı.

Televizyonun ülkemizdeki tarihsel izleği hemen hemen bu şekilde. Yukardaki kronolojik anlatıda dikkati çeken iki temel durum var. Televizyon aslında 20. yüzyılın ilk yarısı ortaya çıkan bir teknolojidir ancak yaygınlaşması, topluma yayılması ve hâkim medium formuna gelmesi neredeyse on yıllar sürmüştür. Türkiye’de 1968’de başlayan televizyonculuk ancak 20-25 yıl sonra yaygınlaşmış. İkinci durum ise televizyonun bir araç olarak kendi dilini kurması. Televizyon programı, televizyon reklamı ya da televizyon dizisi. Bu mediumla özdeşleşen ve onun diğer insanlara aktarım metoduna göre şekillenen formlar.

Biraz bu dil üzerinde durmak gerekiyor. Televizyon hane halkını hedef alan bir araçtır. Stüdyo kurmak ve binlerce aileye karşı bir şeyler söylemek de oldukça ciddi bir iştir. Bu sebeple televizyonda kural ciddiyet ve resmiliktir. Genel olarak şık giyinmek, lüks tüketimi ve kaliteli duruş önem taşır çünkü insanlara karşı ciddi bir hitap ancak bu şekilde değer kazanacaktır. Televizyon izleyicisi ile programdakiler asla aynı seviyede değildir. Yani Zeki Müren sizi görmez!

Bir konuda kuralın ne olduğunu anlamanın en kolay yolu istisnaları tespit etmekten geçer. İstisna tanımı gereği olağan durumdan ayrıklaşandır. İstisnalar bu sebeple dikkat çeker ve haber değeri taşır. Şimdi YouTube içeriklerinin kendi formuna kavuşmadığı o zamanlarda izlediğiniz videoları hatırlayın “Türk Canlı Yayın Küfürleri”, “Fenasi Kerim”, “Televizyon Gafları”, “Canlı Yayın Kazaları” vs. Televizyon akışı içerisinde gece programlarının, talk showların ya da gündüz kuşağının yerini düşünün. Kural televizyon tarihi açısından ciddiyet ve üstün tavırdır. Tabi ki bu durumda televizyonda devlet tekeli etkisinin ve RTÜK’ün hatırı sayılır bir payı bulunuyor.

 Tarihsel süreci biraz daha günümüze yaklaştırarak konuyu eksenine oturtabiliriz. Bugün televizyon can çekişiyor, belirli bir yaş grubu arasında neredeyse izlenmiyor ve hâkim pozisyonunu kaybetmiş durumda. 2010’lardan sonra yaşanan bir süreç ile bu değişime tanık olduk. Telefonun ve bilgisayarın yaygınlaşıp teknolojinin ailelere değil bireylere hitap etmesi teknolojik araçlarda üretilen içeriğin yapısını da düzenlemektedir. Ceplerimize giren ve tamamen ekrandan oluşan telefonlar 10 sene kadar öncesinde oldukça yeni hatta farklı bir teknolojiyken şimdi hâkim medium haline geldi. Bu durumun çağın ruhu ile de yakından ilgisi var. Bireyselleşmiş, memleketsizleşmiş, iş hayatında yalnızlaşmış ve kültürel-sosyal dönüşümlerle aileden ayrılmış kişi için tek başına kendi köşesinde ilgilendiği telefonu ya da bilgisayarı bir salonda onlarca kişiyle beraber izlediği sinemadan ya da ailesiyle karşısında oturduğu televizyondan daha tercih edilesi bir haldedir. İnsanın sosyal bir varlık olması en belirgin özelliği olarak tanımlansa da insan esasında yalnızdır. Kendi başınıza geçirdiğiniz zamanı ya da kendinizle içerden yahut dışardan yaptığınız konuşmaları düşünün. Zamanlarımızın çoğu böyle geçiyor.

Bireyselliğin bir diğer boyutu da demokratik yönüdür. İlişkileri köksüzleştirdiğinde, sosyal ve tarihsel arka planı azalttığında, ekonomik imkanları da dengelediğinde insan sadece kendi yetenekleri ile baş başa kalır. Bu durum aslında sosyal medyanın doğuşunda karşımıza çıkar. Temelde eşitler arasında bir ilişki vardır. İnsan hem tüketen hem de üretendir. Ve üretme tekeli birtakım kurumlarda toplanmadığı için izleyici ile videoyu çeken arasındaki uçurum çok büyük oranda azalmıştır. Her telefonun bir kamerası var ve bu durum herkese bir video içerik üreticisi olma imkânı veriyor. Ancak video içerikler televizyon programlarından işte burada farklılaşıyor. Herkesin üretici olabildiği ortamda alt üst ilişkisi kalkar. Zeki Müren bizi göremez ama herkesin Zeki Müren olma imkânı vardır.

İzleyici ile üretici arasındaki hiyerarşik ilişkinin kalktığı durumda samimiyet başlar. Samimiyet kendisini cıvıklık, kahkaha, küfür vs. olarak gösterir. Yani yeni bir araç olan telefon, medium boyutu olan sosyal medya ile kendi kurallarını koymuştur. YouTube için üretilmiş ve çok rağbet gören içerikleri incelediğimizde bu samimiyet dediğim mevzuyu görürüz. Tabi ki bu durumun her zaman değer yargılarını çiğneyen bir şekilde olması gerekmez. Bir sohbet şeklinde kameranın karşısında konuşan biri de aslında bu forma uygun içerik üretiyordur.

Bir örnekle mevzuyu daha açık bir şekilde ortaya koyabiliriz. Yazının başında klişe bir sahne olarak tanımladığımız masa başında oturan sunucuyu düşünün. Bu düzen klasik bir haber programının yahut ulusa seslenen bir siyasetçinin stüdyodaki pozisyonudur. Bir panelde tebliğ sunan akademisyen gibi. Benzer bir program düzeneğini 4-5 sene önce YouTube’da görmeye başladık. Yine bir kişi haber sunarmış gibi bir masada oturup çeşitli konular hakkında konuşuyordu. Fakat programın klasik haber programlarından farkı çok fazla yorum içermesi, eleştirilerde bulunması, hızlı bir akışa sahip olması yani daldan dala atlaması ve konuşma aralıklarının kesilmesiydi. (Aralıkların kesilmesi mevzusu tam olarak bu medya aracına hizmet ediyor hızlı hızlı ve boşluksuz konuşan insanlar.) İbrahim Selim’in Stolk kanalındaki programları veya Oğuzhan Uğur’un Budabi Tv’de sunduğu haber/mizah programları bu türün ilk örnekleri gibiydi. Sonrasında ise bir format haline geldi. YouTube’da açılan haber/yorum kanallarında da bunu görmek mümkün. Mesela bilindik bir haber spikeri olan Cüneyt Özdemir’in açtığı kanalda birkaç çalışanı ile pandemi döneminde nasıl milyonlarca insana program yaptığını gözlemledik. Samimi bir dil, aynı seviyeden kurulan muhabbet ve kendi fikrini ileri sürmekten çekinmemek. Bu akış içerisinde bir son halka olarak Sedat Peker’in videolarını düşünebiliriz. Aynı konseptte aynı platformda eleştiri, mizah, haber ve siyasi raconu görebiliyoruz. Yazının buraya kadarki kısmında bir kayıt şekli olan görüntü kaydının oluşturduğu iletişim araçlarını ve bu araçların kurdukları dili aktarmaya çalıştım. Bu durumun iletişim aracının yaygınlaşması ile nasıl hâkim hale geldiğini, kendi kurallarını koyduğunu ve sonrasında başka bir araç ile nasıl kuralların değiştiğini anlattım. Esasında teknolojik yenilikler olan araçlar temeldeki kayıt tarzı olan sesli görüntü kaydını yaymakta ve hayatın merkezine yerleştirmektedir. Son birkaç yılda ortalama kaç saat kitap okuduğunuzu, TV başında vakit geçirdiğiniz vakit ya da YouTube’da takıldığınız saatlerle bir kıyaslayın. Bir kamera bir tripod neleri alt etmiş fark edeceksiniz.


Önceki Sonraki

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İptal Yorum gönder

keyboard_arrow_up