Modern çağda hürriyet, galiplerin tayin ettiği bir paydır. Aslında bu cümle siyasilerin, sosyal bilimcilerin ve mütegallibeye mensup her şahsın icraatında tecessüm eden bir düşüncedir. Galip mağluba tasarruf etme hakkını daima kendi nezdinde bulundurmak ister zira galibiyetin getireceği serbestlik alanı ancak bu şekilde tahakkuk eder. Liberal ve neoliberal dönemlerde hele de bizim gibi Avrupa Birliği ile ilişkilerini olumlu bir çizgisel süreçte ilerleten ülkelerde bu cümle hayli çekingen ve kısık sesle dillendiriliyor. Öyle ki dini ya da etnik aidiyetleri dahi pasif hale getirecek söz konusu tarafsız tutum, barışçıl söylemleri bir zihinsel iğdiş aracı olarak kullanıyor.
Aslına bakarsanız internet, sosyal ve ekonomik sermaye farkı gözetmeksizin, “kullanıcılar” için devlet sultasından bağımsız bir faaliyet alanı olarak kabul edilen bu düşünce doğrultusunun bir yansıması gibi değerlendirildi. Siber alanın sosyal izdüşümlerinde en dikkat çekici nokta da devletle ilişkili tarafıydı. Daha ahlakçı ve bağımsız kurallar bütünü içerisinde mutlak otoritenin yokluğu ve sanal da olsa insanların burada yer alarak paylaşımlarda bulunması demokrasi temelli fikirlerin meydan okumalarına güç kattı. Gerçekten ifade özgürlüğüne kapı aralayan ve eşitlikçi bir bağlamın imkanı var mıydı? Asla.
***
İsmail Haniye’nin şehadeti bir daha gösterdi ki bilgi iletişim teknolojilerinin neşvünema bulduğu askeri amaçların çerçevesindeki yerini hala koruyor. Bugün yarı sahih yarı zımni de olsa suikastın içinde sızmalar ve ihlaller olduğu aşikar. Peki hayat pratiklerini bu denli derinden etkileyen araçların sosyal yönü sadece bu kadar mı? Elbette değil. İletişim teorileri kaynaklara, araçlara ve alıcılara odaklanmak itibarıyla kategorize edilirler. Mesela Lazarsfeld ve Katz tarafından geliştirilen eşik bekçiliği ve kullanımlar-doyumlar teorileri daha etki temelli kuramlardır. Ya da Mcluhan’ın medya ekolojisine dahil edilen “araç” odaklı düşünceleri medya temellidir. Daha geç dönemden bir örnek olarak Regis Debray’ın medyaloji kavramsallaştırması…
Hemen hemen tüm kuramların ortak yanı kitle iletişim araçlarının bireylerin gündelik hayatlarındaki olgulara yönelik ya da karşı bir değer üretmesi ya da üretilen değerin meşru zeminini üretmesidir. Oysa günümüz iletişim disiplininin perspektifi “kendini meşrulaştıran özne” üzerine olmalıdır. Herhangi bir meşru geleneğe, kuruma ya da değere yaslanmaksızın üretilen ya da insan elinden çıkanın mutlak meşruluğuna sahip oluşu kamusal ile özel alan ayrımını ortadan kaldırmaktadır. “Yapılabilir olanın yapılması meşru olandır”. Ya da daha kısa ifadesiyle “Any think goes”. Elbette bu düşünce de üst bir otoritenin sultasından ayrı düşmez; gelgelelim “yapanlar”ın bilinci tarihte olmadığı kadar kayıtsız.
***
Tekniğe dair tenkit ve sorgulamalar Kıta Avrupası’nın önemli muhasebe sahalarından birisiydi; Martin Heidegger, Jack Ellul, Pierre Bourdieu, Lewis Mumford… İşbu isimler teknik ve teknolojik üretimin toplumsal kodlarına dair mühim eleştiriler geliştirdiler ve bu nevi eleştirilerin en derli toplu tarifi de iletişim penceresinden “panoptikon” olarak tezahür etti. Oysa bu sadece aysbergin görünen yüzüne atıfta bulunan ve kifayeti çağdaş gelişmelere oranla oldukça düşük bir niteleme olarak kaldı. Teknik, teknoloji, kültürel yeniden üretim ve medyanın birer beyin iğfal şebekesine dönüşüp canavarlaşan tarafları onun öldürücü bir imha silahına dönüşme potansiyelinin yanında oldukça masumane gözükmeye başladı. Adeta tarihin akışında aksi istikamette hareket edip “bilgi iletişim teknolojileri”nin doğrudan askeri amaçlara odaklı kullanıldığı günlere geri geldik. İnternetin atası olan Arpanet’in, 1960’larda ABD Savunma Bakanlığı’na bağlı Gelişmiş Araştırma Projeleri Ajansı (DARPA) tarafından, nükleer saldırılara karşı dayanıklı bir iletişim sistemi kurma amacıyla geliştirilmesi gibi ya da kriptoloji, uydu, GPS sistemlerinin bir obüs kadar askeri amaca hizmet etmesi gibi misaller yeterince tatmin edici örnekler olsa gerek.
***
Ahir kelam; yazı boyunca dikkat çekmeye çalıştığım hususlar, yalnızca gözlerimizi kapatıp kabullendiğimiz bir düzene meydan okumadır. Galiplerin çizdiği sınırlar, teknolojinin bizleri kuşattığı ağlar ve bunların ardındaki görünmez iktidar, kendini “özgürlük” maskesiyle sunuyor. Ancak bilmeliyiz ki bu meşruiyet aldatmacası, tarihin her döneminde olduğu gibi bugün de birilerinin çıkarlarına hizmet ediyor. Yazı boyunca çekmeye çalıştığım fotoğraflar, gölgede bırakılmaya çalışılan gerçeklerin birer hatırlatıcısıdır (içine mübalağa karışsa dahi). Görmek isteyen için bu bir uyarıdır: Uyuyanlar kaybedecek, uyananlar galip gelecek.