menu Menü
Logo Yengi Mecmua

Sahra-yı muhabbetde o divanelerüz kim

Mecnun-ı melametzede en akilimüzdür



GÖSTERİ TOPLUMUNDAN HİSTERİ TOPLUMUNA Önceki CÂNÎ Sonraki

ŞİİRİMİZİN MEDYA KRİZİ

Platon’u hepimiz tanıyoruz. Platon’un mağara alegorisini de herkes az çok bilir. Devlet’in 7’nci kitabında yer alan söz konusu diyalog, “medya ve hakikat” bahsini ele alan ilk büyük metin olsa gerek. Ya da en azından medyanın biçimlendiriciliğini vurgulayan ilk örnek. Konuya tam manasıyla giriş yapmadan önce medya derken “ortam”dan bahsettiğimi belirtmeliyim. Ortam yani Ortalık. Meydan. Miyan. Vasat. Aracı; ilişkisel kılan aynı zamanda.

Mağaraya dönelim. Hikâyeyi biliyorsunuz, mahkumlar var, bir mağarada küçüklüklerinden beri zincirliler filan. Platon’un özenle betimlediği bir duvarda çeşitli gölgeler görülüyor ve mahkumlarca duvardaki bütün hareketler gerçekmiş gibi algılanıyor. Duvarın dikkatle betimlendiğini ayrıca belirtmek istiyorum çünkü söz konusu duvar, Platon tarafından kuklacıların gösteri bölmelerine de benzetiliyor. Sahne gibi bir şey yani…

Mağaraya yukarıdan sesler geldiğini filan da hatırlarsınız “ortalığı” adeta bir sinema salonu gibi tasavvur edebilirsiniz. Neyse, biliyoruz ki anlatıda, mahkumların mağaradan çıktıkları takdirde dışarıdaki ışıktan/gerçeklikten rahatsız olup olmayacakları tartışılıyor. Konu, dönüp dolaşıp “yalana alışanın gerçekliğe tahammülü” meselesine geliyor.

Bu anlatıyı size şunun için hatırlatmak istedim: Platon, söz konusu alegoride bir medya/ortam kurguluyor. İnsanları gerçeklikten alıkoyan bir ortam. Gölgeleri, sesleri, duvarı ve hatta prangaları dahi anlatırken medyayı/ortamı anlatıyor esasında. Aslında kafasını “medya”dan kaldıran gerçekliğin ışığından rahatsız oluyor. Kuru bir medya eleştirisi yapıyor gibi görünmemek için şimdilik bu meseleyi burada kapatıyorum. Sık sık döneceğiz ama.  

***

Bir ortamdaysanız ve yalnız değilseniz, bulunduğunuz yerin önemi olmaksızın mağaradasınız demektir. Medyadasınız demektir. Pranganız var demektir. Bunu, bilhassa bir daha nihilizmle suçlanmamak adına söylüyorum. Zira birazdan meseleye McLuhan gibi çok da tekno-determinist bir yerden yaklaşmadığımı izah etmeye çalışacağım.

Medya/ortam, yapısı gereği sınırlı ve sınırlayıcıdır. Onu biçimlendirici kılan da budur. Peki insan hiçbir medya aracı olmaksızın nasıl medyanın sınırlandırıcılığından nasibini alır? Şayet herhangi bir medya,  her zaman başka bir medyayı içeriyorsa neden olmasın? Yazının öncülü konuşmadır mesela, tıpkı yazılı kelimenin baskının öncülü olması ve baskının telgrafın öncülü olması gibi. Bilgisayarlarımızda klasörlerin bulunması, bir şeyleri dosyalamamız, postalamamız vs. gibi işlemler bu silsilenin hikmetinden; matbu kültürün, dijital kültürün öncülü olmasından kaynaklanıyor olsa gerek. Bu meseleyi kuyruğun sonuna uzatmayacağım çünkü bu silsilenin başı, sonrasından daha önemli.

Kuyruğun başında çırılçıplak iki insan var arkadaşlar. Sözlü kültürlerde medya, bir ses ve bir kulaktan ya da bir işaret ve bir gözden daha fazlasını gerektirmez çünkü. Mesajın olduğu yerde ise medya/ortam, çoktan var olmuştur. Daha net bir tavır koymak gerekirse şöyle söyleyebilirim: Mesajdan önce medya vardır. Dolayısıyla yukarıda, “Peki insan hiçbir medya aracı olmaksızın…” ifadesi ile başlayan soru, açık bir şekilde saçmadır. Çünkü birden fazla insan medyayı, medya ise mesajı doğurur. Medya iletişim teknolojilerine dönecek olursak; söz konusu teknolojiler yalnızca sesimizin, gözlerimizin ve kulaklarımızın erişim alanını genişletmiştir. Bunu yaparken duyu organlarımızca teşekkül eden edebi mahsulleri ve algı biçimlerimizi yeniden ve yeniden biçimlendirmiştir.

Ayrıca söz konusu teknolojilerin, gayrihakiki olanın enformasyonunu arttırması, yalanın gücünü arttırması veya eksiltmesiyle ilişkilendirilemez. Çeşitlenmiş yalan, daha güçlü ya da daha zayıf değildir. Yani gün geçtikçe insanlar daha yeni, içeriği daha zengin saçmalıklara inanıyorlar. Bu bağlamda “Çok bileni çok s…” deyimi de bambaşka bir manaya kavuşuyor. Neyse, metnimizin bu kısmını, mağara alegorisi ile şu sözlerle ilişkilendirip konuyu kapatalım: İçerisinde mesaj doğma ihtimali barındıran her şey medyadır. Mağaradır yani.

***

Metnimizi ilk iki bölümü şiirin ürün olduğu noktadan hareketle yazılmıştı. Bu bölümde de benzer bir yolda yürüyeceğiz. Sonra belki semptom olduğu noktadan konuşur, yazıyı noktalarız.

Tek bir bilgi hariç bütün bilgilerin tarihi aynı zamanda manipülasyon tarihidir. Cahillerin çoğaltmadığı o bilgiyle aramızda derin bir mesafe var bin yıllardır filan. Ama merak etmeyin, gittikçe uzayan bir mesafe değil bu. Ancak bu mesafe asla kısalmadığı için endişe de edebilirsiniz. Nasihat dinlemeyi seven insanlar değilseniz bugün bildiğiniz çoğu şeyi kitle iletişim araçları sayesinde biliyorsunuzdur üstelik. Kitap, telefon, TV, bilgisayar vs. Hepsi için farklı bir patronaj sistemi var artık. Ancak aynı şey ile yönetiliyor. Yazılı kültürdeki patronaj sistemi, matbu kültüre geçilince gazetelerde devam etti. AÇ olan sanatçıyı kamuoyu ve kamuoyundan beklentisi olan sermayedar besledi.

Cemal Süreya gazeteden üç kuruş koparma hayaliyle şiir yazdı. Tıpkı Fuzuli’nin saraydan alacağı üç kuruş için takiyye yapması gibi. Bugüne gelecek olursak. Yani dijital kültüre geçilince… Sermayeyi sırtına alan bir dergide yazıyorsanız, bu dergi 300-500 tiraj yapıyorsa ve derginin sahibi olan şirket, bir TV kanalı ile iltisaklı ise TV’ye çıkıyor, akabinde bant kayıtlarını sosyal medyada paylaşıyorsunuz. Hiçbir şey de olmuyor. Bir kanalda aktif yayın yapan bir yayıncıya dönüşürseniz para kazanabiliyorsunuz. Bu kadar. Şair, üç kuruşluk işler dahi yapamıyor. Şiir miir kimsenin umurunda değil.

Yaşadığımız kriz, Selman Rüştü’nün şu sözü etrafında tartışılmalı bence: “Edebiyat, sanat dalları arasında en düşük teknoloji ile yapılanı.” Dilin dönüyorsa yapabiliyorsun harbiden, yazmana bile gerek yok. Ancak dilinin döndüğünü kitlelere göstermenin yolu maalesef dijital iletişim teknolojilerinden geçiyor bugün. Biz belki de o yüzden yüksek bir sıçrama kaydedemedik. Şansımıza, tarih boyunca en düşük teknoloji ile yapılan sanatı, teknoloji ve prodüksiyon ile buluşturma görevi bize düştü. Bazen yorgun düşüyorum mesela. Ekrana bakacak yüzüm olmuyor kalbimin yorgunluğundan. Görünmek istemiyor insan. Ama şiir medyumunun durmamı gerektirdiği yerde durmalıyım.

***

Artırılabilir kaynakların, kapitalizm içinde sonsuz üretim ve tüketim imkânı sunması ile güncel medyada meydana gelen bilgi entropisi arasında bir ilişki gözetmemiz gerekiyor. Arz ve talep yönetimi, kıtlık üretimi, deha üretimi ve savaş… Bunların hepsi medyada/ortamda gerçekleştiriliyor. Evet savaşlar, tünellerde yapılsa dahi (mağarayı hatırlayın) medyada gerçekleştiriliyor. Hukuk da aynı şekilde. Çünkü ortaya konulabilir şeylerin gerçekliğiyle hareket ediyor. Davalar, ortaya konulamayan gerçekliklerle icra edilmiyor ya da mesela.

Bütün bu düşüncelerimin ortaya koyduğu tabloda, ya ortamların kendilerine mahsus hakikatleri olduğunu kabul etmek ya da hakikati ve ortamı birbirinden tefrik etmek durumunda kalıyoruz. Ben ikinci yolda yürüyorum. Ortamın biçimlendirici olduğu yerde hakikate paralel/vahyi bilginin hâkimiyetini arzuluyorum. Vahiy ile muhatap olmayan herkes medya ile muhataptır çünkü bana sorarsanız.

Geçtiğimiz günlerde AA Yönetim Kurulu Başkanı Serdar Karagöz, “Büyük teknoloji şirketleri yeni bir dünya kuruyor. Şirketler, bizi yapay, plastik bir çağa zorluyor. Genel kanıyı sosyal medya platformları oluşturuyor.” demişti. Genel itibariyle dijital medya deccal olarak lanse ediliyor. Hayır, dijital medya değil, şeytani olan medyanın kendisidir. Şöyle düşünmek gerekir: “Hem bilgisayar kullanacaksın, internete bağlanacaksın hem de seni yapay zekâ ve dijital medya ürkütecek… Yani, sen yeni korkularını eski korkuların gibi henüz alışkanlık haline getirememiş birisin.”

Hem sürdürülebilirlik masalları okuyarak AB’nin artırılabilir kaynak yatırımlarının bir parçası olacaksınız hem de kontrol edilebilir veri çokluğuna karşı halkı imtinaya davet edeceksiniz. Vasat bir köşe yazarı mısınız siz? Vasat köşe yazarlarının medyaya ilişkin içten içe verdiği halef selef kavgasını değil, güçlü bir Türkiye’de Türklerin lehine çalışan güçlü bir medya görmek istiyoruz. Gerçek, üzerinde mutabık kalmamız gereken bir şey değildir artık, çünkü medyada satılıyor. Medya dışındaki hakikat için aynı şeyi söylemiyorum tabii.

***

Şu hataya da düşmüyorum bu arada: Şiir ya da edebiyatın, asla sadece iletişim olduğunu düşünmüyorum. Asla sadece bilgi vermek ya da bize dünya hakkında bilgi sağlamakla ilgili olduğuna inanmıyorum. Edebiyat, daha ziyade gerçekliği; iyi düzenlenmiş parçalara bölme biçimimizdeki gizli derinlikleri ve kör noktaları ortaya çıkararak bize kendimiz hakkında bilgi sağlıyor. Ancak bu derinliklere gideceğimiz yollar, medya/ortam tarafından belirleniyor. Ve artık maalesef artık kendimiz hakkındaki bilginin değişkenliğini takip edemiyoruz.

Medya, matbu dönemin sonuna kadar biçimlerin geçici olarak sabitlenmesini sağlamıştı. Artık hiçbir şeyin sabitlenemeyeceği bir noktada bulunmuyoruz. Mikro duraksamalar hiçbir zaman fındık kabuğunu dolduramayacak, fındık kabuğunda birikecek. Bu sebeple bir çare sunmak adına, şairleri ateşe davet ediyoruz.  Putları ve dolayısıyla görsel kültürü güçlü olan batının vardığı ekfrastik bir geleneğe değil, sözün yeniden yankılanabileceği; işitsel, görsel ve yazın ürünlerinin bir arada yer aldığı multimedya dünyasına davet ediyoruz.  Bizim mağaramızı beğenmeyenler de kendi inlerinde sağlıcakla kalsınlar. Ya da en azından mağarada değilmiş gibi davranmasınlar. Ne diyim.

Belki de şiir, ilk medyatize şey, yani “ortam” ya da “araçlar”ın ağır abisi olduğu için; şairin sözünün yalan olduğu, o mağaralarda asırlardır yankı bulmaktadır.

Medya Muhammed ÖZEL


Önceki Sonraki

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İptal Yorum gönder

keyboard_arrow_up