menu Menu
Logo Yengi Mecmua

Sahra-yı muhabbetde o divanelerüz kim

Mecnun-ı melametzede en akilimüzdür



MEME İLE MAZMUN ARASINDA DİVAN ŞİİRİ Previous YENİ BİR EDEBİYATIN İMKÂNI Next

İKNA EDİLEN OKUR, PAYLAŞILAN ŞİİR

İştiharın matematiğini bilmekle şair olunmaz.Şiirin (şiir tarihi içerisinde değerlendirilmesi gereken rengîn sözün), iletişim teknolojileri hesaba katılmaksızın değerlendirilemeyeceğini defalarca izah etmiştik. Bu yazıda şiir yazanların, iletişim teknolojileri sayesinde metinlerini şiir haline getirmeden önce şairliklerini onaylatarak işlerini nasıl kolaylaştırdığından bahsedeceğiz. Şiirin üzerindeki enkazı kaldıracağız yani. Başlayalım.

Hepimiz sosyal medya aracılığı yahut Vatsap ile henüz yayımlamadığımız şiirleri, şiir kamusundaki arkadaşlarımıza, eşimize dostumuza, bu durumdan bir çıkar beklemeksizin göndermişizdir. Yaşını başını almış şairlerin dahi benzer şekilde şiir paylaştıklarından haberdarız.  “Paylaşım ve yayım ilişkisi” diye bir şey var yani. Paylaşım, metne şiir olma meşruiyeti kazandırmaksızın onu dolaşıma sokar. Yayım ise metne, son hali olma hüviyeti kazandırır. Metnin bu hüviyetten kurtulması için yeniden yayımlanması, yani bu özelliği tekrar kazanması gerekir.

Şöyle, şiirin paylaşım sürecindeki dolaşımını, şiirin nihayetini harikulade bir şekilde etkilediği için poetikaya dahil ediyoruz, şu soruya cevap arayarak: Şair dediğiniz insanlar, şair sıfatını şiir yazarak kazanmıyorsa nasıl kazanıyor? “Hepsi şu şekilde şair olarak anılıyor.” diyemiyoruz elbette. İletişim teknolojilerinden istifade ederek bunu yapanların başarısından bahsedeceğim sizlere. Şiirlerinin itibarlarını, bağlantılarına borçlu olanlardan.

YAYIM VE PAYLAŞIM ARASINDA TÜRK ŞİİRİ

Uzun süredir sosyal medya kullanıyorum. Uzun zamandır şiir ve şiir kamusu ile muhatabım. Benimle bu hususta benzer bir kadere sahip olanlar nasıl tanıdıklarını fark edemedikleri birilerini birden tanımış bulunurlar. Bir bakmışlardır ki biri onlara şiirlerini gönderiyor filan. Hatta onlar da gönderir olmuşlar bir müddet sonra… Paylaşım ile şiirlerini kurup şiirlerini yayım ile nihayete erdiren bu kimseler az önce bahsettiğim tarifeyi şiir kamusundan birçok isme uygularlar. Sonuç olarak okur, beklediği, önceden razı edildiği bir metin ile karşılaşmış olur. Üretici, şair olmadan önce kendi şiirinin menajeri olarak büyük bir neşeyle şiirinin okur ile buluşmasını bekler böylelikle. Halbuki okur çoktan, metin tarafından ikna edilmemiş olmasa da metne ikna olmuştur. Bu arada iletişim teknolojileri bu kadar gelişmemiş olsaydı yine de paylaşım sayesinde metinlerini yürüten ikinci sınıf şairler, paylaşıma mukabil ön kabul üreten bir organizma sayesinde hayatlarının belirli bir kısmında şair olarak anılacaktı. Otoriteyle doğrudan hesaplaşmayı göze alamayan insan, her zaman bir alternatife başvurmuştur yani sonuçta.

Bazılarımız fena halde hasta, bazılarımız hafif atlatıyor. Ancak nihayetinde hepimiz hastayız ve hastalıklarımız dahi iletişim araçlarına uyum sağlayarak gelişiyor. Bense elbette bir tür reçete yazmıyorum. Sadece var olan bir hastalığın nasıl yayıldığını izah etmeye çalışıyor ve şiirin nasıl işlenmesi gerektiğine dair ipuçları biriktiriyorum.

Yengi’de yayımlanan önceki yazılarımda şiirin şiir tarihi ile ilişkisinden bahsetmiştim. Bu yazı bağlamında da söyleyeyim: Şiirin sınanması ve işlenmesi gerektiği yer, yine şiir tarihidir. Yayımlanmamış şiirlerin iletişim araçlarıyla paylaşılması elbette sorun değil. Ancak paylaşımı bir ön kabul mekanizmasına dönüştürerek ve bir tür şiir tarihi kompozisyonu oluşturmadan üretilen metinlerin paylaşımları metni vasat bir varoluşa mahkûm ediyor. Çünkü bu durum, paylaşım şairlerini/şiir menajerlerini anın ortalamasının hesabıyla üç beş veciz ifadeyi fiilimsilerle bağlamaya, satır arası gövde gösterileri ve erkeklik/kadınlık edebiyatı pazarlamaya mecbur bırakıyor. Tarih, kendisinden yola çıkılamayacak şiirleri muhafaza etmeye ne kadar devam eder, bu sorunun cevabını salak yapıyoruz.

YAYIMIN KAZANDIRDIĞI MEŞRUİYET, VASATA MAHKÛM EDİLEN ŞİİR

Bütün bunların yanında bir de sosyal medyada dolaşıma sokulan yayımlanmış matbaa şiirlerinden söz etmek gerekiyor. Öyle görünüyor ki bu şiirler de paylaşım ile kamuyu ikna etmiş, yayım ile meşruiyet kazanmış şiirler. Özel günlerde ya da ılık bir mahcubiyetle herhangi bir zamanda dolaşıma sokulan bu şiirlere sık sık rastlar, birkaç mısraını okuruz. Bu duruma en son 8 Mart tarihinde maruz kaldığımızı hatırlıyorum ancak birçok özel günde bu şekilde kötü edebiyata maruz kalıyoruz.

Burada bahsetmek istediğim nokta aslında eserin, tab edildikten sonra kazandığı hüviyet. Aslında bu hüviyet, daha önce de bahsetmiş olduğum gibi son olma hüviyetidir. Ancak günümüzde iletişim teknolojilerince bir tür demokrasi idame ettirilmektedir (evet, demokrasi şiire düşman da olsa). Örneğin bundan elli önce sesin/metnin ötekine ulaşma maliyeti bugünkünden hayli fazla. Ancak bugün herkes kendisine ulaşmak isteyene rahatlıkla ulaşabilir. Ama işte bunu herkes yapar. Bu sebeple herkesin yapmadığını yapmak adına şiirlerini basılı kültüre emanet eder bugünün şairleri. Sonrasında ise rahatlıkla demokratik bir alanda sunabilirler. Bir tür iletişim kompleksi.

“Peki bu durumda ne gibi bir problem var?” diye soracak olursanız… Şiirde dönen “geyik” problemi var. Örneğin x bir şiiri ele alalım. Şiirde güncel medyanın, bu medya unsurunun ne olduğu önemli değil, geyiği dönüyor. Alttan alta dönüyor, bunu hissediyoruz. Bu x şiir, yazılı olma özelliği haricinde tab edilmenin herhangi bir özelliğini taşımıyor ki yazılı olması da basılı şiirin sağladığı imkanlardan sadece bir tanesi. Dolayısıyla basılı kültüre ait olmayan bu şiirler, basılı kültürde var olmayı meşruiyet sebebi sayarak bir tür şiir gericiliği oluşturuyorlar. Türk basılı edebiyatı da bildiğimiz üzere kendi klasiğini oluşturduğu için aslında bütün bu şaika, bütün şaikalar gibi, folklor ve muhafazakarlıktan kaynaklanıyor. “E oğlum sen matbu şiire karşı değil miydin, ne hala matbu şiiri konuşuyorsun” diyecek olana da Tanzimat şairlerinin neyi eleştirerek işe başladıklarını hatırlatmak isterim.

BASILI ŞİİRİN OKUR İLE ARASINDAKİ RABITA

Şair ile okur ilişkisinin divan edebiyatında ve Tanzimat’ta nasıl geliştiğine yer yer değinmiştik. Basılı edebiyatın, basılı edebiyatı da tescil eden ürünleri arasında bulunan en dikkat çekici şiirlerden birisi de muhakkak Tevfik Fikret’in “Kaarilerime” başlığını taşıyan yapıtı. Fikret, Kaarilerime’de şiirle doğrudan bağ kurmuş, şaire yabancı olan okur ile konuşuyor. Birçok sebeple mühim kabul edilebilecek bu eser, şair-okur mesafesini göstermesi açısından da hayli önemli.  Nitekim,

O sizin görmediğim, bilmediğim gözleriniz

Safha-i şi’rime ibzâl-i nigâh eylerken

Belki bir noktada birden durarak, velvelesiz

Gösterişsiz iki üç katrecik îsâr eyler…

Ben bu ümmîd ile teşyî-i hayât etmedeyim.

diyen şair, okurun hiç görmediği ve bilmediği gözleri, şiirinin sayfalarında dolaşırken gözlerinden düşen iki üç damlacığın ardından hayatını bir ümit ile uğurladığından bahseder. Şiirin devamında da günleri hep acılarla ve facialarla geçen şairin okura ulaşmasından kaynaklanan mutluluk kıvılcımları sezilir. Ulaşmanın, tesir etmenin biricik kıymeti…

İşte burada belki iki şeyden bahsedilmeli. Birincisi şiirin, ibzâl-i nigâh eylenilen (göz gezdirilen, bakılan) bir türe dönüşmüş olması ki bu, şiirin mutlaklaştığı mekanının artık “safha” olmasından kaynaklanıyor. İkincisi ise şairin, okurla yalnızca basılı sayfalarla iletişim kurabildiğinden, onunla bir hayal unsuru ile konuşuyor gibi konuşması. Bu bağlamda Musa Günerigök de Türk şiirinin Tanzimat’tan bu yana okurunu aradığını, şairin verili formasyonu terk ettiğini yazmıştı. Bunu inkâr etmek mümkün değil. Çünkü değişen iletişim teknolojilerinin düşünce iktisadına intibak sağlayan şair, yine aynı iletişim teknolojilerinin okurunu oluşturmak/bulmak durumunda kalıyor.

Klasik şiirimizde böyle bir sorun var mıydı peki? Yoo. Okuma eyleminin, eserin muhatabına münhasır kılınması da matbaa itibariyle vaki oldu çünkü. Klasik şiirde şiirin okuru/okuyanı yine şairin kendisidir mesela. Şiirin muhatabı da bir metin takipçisinden ziyade şiiri gûş eden yani işiten, dinleyen kimsedir. Yani örneğin Bâkî, “Okudukça na’tunı her gûşeden gûş itmeğe / Cân-ı Selmân rûh-ı pâk-i Hazret-i Hassân gelür” mısralarında aslında okuma eylemini, duyurma (dolayısıyla belki hatta sergileme, yayınlama) anlamında kullanıyor. Şunu demek için yazdım yani, okumak kelimesi, yazılı ifadeyi anlamak, harfleri takip etmek manasını matbaa ile sırtlanıyor. Kâriye gelince, kâri de kıraat eden demek, biliyorsunuz. Kıraatin de yüksek sesle söyleme eylemi olduğunu hatırlatır, Fikret’te, kâri kelimesinin -modern anlamda- okur kelimesine karşılık geldiğini söylersek konu kapanmış olur. Kim bilir, belki de okur, artık “basılı metnin muhatabı” anlamından zamanla kurtulacaktır.


Previous Next

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Cancel Yorum gönder

keyboard_arrow_up