Tanzimat’ta tartışılan ve günümüzde zemin bir tartışmaya tekabül “Abes-Muktebes” meselesi anlamak için öncelikle tartışmanın sebebi olarak gördüğümüz “zihniyet” meselesi üzerinde durmamız gerekiyor.
Tanzimat dönemi edebiyatı, Abdulbaki Gölpınarlı’nın deyimiyle, “bir uykuya doymadan uyanış, bir esneme, bir gerinme” dönemidir. Hakikat öyledir. İlk dönem aydınları, heveskarane, Batıdan gördüklerini taklide çalışıyor; Batıdan ithal edilen yeni unsur ve anlayışlar, klasikleşen edebiyat ve dil anlayışını kritize etmeye zorluyordu. Yeni bir ufka yelken açan bu edebiyatın mümessilleri, eskinin şarap kokulu divanlarından elbette tiksinecekti:
“Evet, tarz-ı kadîm-i şi’ri bozduk herc ü merc ettik
Nedir şi’r-i hakîkî safha-i âfâka derc ettik
Bu yolda nakd-i vakti sarf-ı gayret birle harc ettik
Bize gelmişti zîrâ meslek-i ecdâd nâ-kâfî”
(Abdulhak Hamid)
Namık Kemal de Tahrib-i Harabatında Ziya Paşa’ya hitaben benzer şeyler söyler:
Ey mefhar-ı zümre-i edîbân
Sensin bize tercemân-ı irfân
Erbâb-ı şebâb kuvvetiyle
Kilk-i hünerin i’ânetiyle
Tarz-ı kudemâ bütün bozuldu
Bir tavr-ı nevin vücud buldu
Dest-i üdebâda kilk-i irfân
Oldu hele tercemân-ı vicdân
Bu mesleke sen müeyyid oldun
Ol hikmete belki mûcid oldun.
İşte, bu yeni edebiyatın öncülerinden “Namık Kemal”in çırağı Recaizade Mahmud Ekrem Bey, namıdiğer “Üstad Ekrem” Servet-i Fünun devri şairlerinin mentoru ve hocası idi. “Edebiyat-ı Cedide” adlı, “yeninin yenisi” bir akımın da hazırlayıcılarındandı. Fakat konumuz, bunları irdelemek değil. Üstad Ekrem’in “Abes-Muktebes” tartışmasındaki konumunu göstermektir.
Öte yandan Muallim Naci, -karikatürize edildiği kadar değil- bir Recaizade’ye karşıt olarak karşımıza çıkar. Kendisi, Recaizade gibi beyzade değildir. Ayrıca, eski edebiyatı, “şi’r-i kadim”i yıkmak gayretinde de değildir. Hatta, Tercüman-ı Hakikat’te gençleri gazel yazmaya teşvik eder, kendisi de “Mes’ûd-ı Harabatî” adıyla şiirler yazar. Gerilim de zaten burada başlar.
Demdeme ve Zemzeme, her ikisi de, bu yeni eski mihverinde döner. Recaizade, Muallim Naci’yi “eskinin uyuşukluğuna” gitmekle itham eder. Muallim Naci ise müspet içerikteki şiirlerilerinden bahsederek buna cevap vermeye çalışır. Hatta bu tartışmaların ne kadar kişisel olduğu Demdeme’nin şu pasajında görülebilir:
“”Bu gazeli alem beğense Ekrem Bey beğenmez. Çünkü benimdir! Buna birçok şairlerimiz tarafından nazire söylenmiş idi. Ekrem Bey o adamları da sevmez. Çünkü benim gazelimi tanzir etmişlerdir!”
Demdeme ve Zemzeme’nin içeriğinde “abes-muktebes” meselesi geçmez. Genelde kişisel meselelerden çıkan öfkeyle iki taraf da birbirlerine hakaret ederler. Hatta tartışma en sonunda devlet eliyle sonlandırılır.
Bu konuyla ilgili ikinci kaynaklara yöneldiğimizde, Tahiru’l-Mevlevi şöyle der:
«Şu tarz-i takfiye yakın zam anlara kadar ikfâ nâmiyle meâyib-i edebiyeden sayılır ve icrâsına ictisâr edenler kavâid-şiken, belki de bîgane-i sühan addolunurdu. Ziya Paşa bile: Ebkâr-i meâni-i müretteb Saf saf dizilir huzuruna hep beytinde «b» ile müntehi bir kelimeye «p» ile nihayet bıılan bir lafzı kafiye yapdığı hâlde: “Lâyık mı kî şâirim diyen zât / Fark etmeye mahrec-i hurûfât” ta’rîzinde bulunmuştur. Üdebâ-yi hâzıra «kafiye sem’ içindir» diyerek hudud-i kafiyeyi genişletmeye çabalıyor ve gittikçe te’mîn-i muvaffakiyet ediyor. Bu teşebbüs teshil-i nazma medâr olduğu cihetle hoş görülmelidir Lâkin her şeyde olduğu gibi bu hususda zevk-i selîm sahibi olmayanlar işe karışmamalıdır.»
Yani kısaca abes-muktebes meselesinin çıkış noktası sin ve peltek se harflerinin kafiyelenmesidir. Bu durum eskiden kafiye kusurlarından sayılır ve “ikfâ” diye isimlendirilirdi. Şiir kulak içindir diyen Recaizade eskiden kusur sayılan bu kafiyeye cevaz verir; Muallim Naci ise karşı çıkar. İkfânın kusurluluğu mahreç noktalarındaki farklılıklardandır. Hep-müretteb, hîç-tehyîc gibi kafiyelerin kusur olarak sayılması da bundandır. Yani sanılanın aksine kafiye göz içindir minvalinde bir durum söz konusu bile değildir. Recaizade sadece kafiyeyi daha geniş bir çerçevede ele almış, Naci ise kafiyede tekellüf edip kafiyeyi daha dar bir çerçeve sokmuştur. Bu tartışmanın çıkış noktası olsa olsa “kelimeler yazıldığı gibi mi okunmalı” olmalıdır. Zira burada tartışılagelen şey “müretteb” b ile yazılsa da p ile okunur o yüzden kafiyelidir veya hayır b diye yazılır ve okunur o yüzden kafiyeli değildir argümanlarıdır. Çünkü, ikfânın tanımı seslere münhasırdır, harflere değil.
Hasılı, Recaizade ile Muallim Naci arasında cereyan bulan tartışmalar, her ne kadar kafiye konusu etrafında vuku buldu zannedilse de öyle değildir. Kafiye konusu etrafında vuku buldu zannedilse de, içerik ve zihniyet etrafındadır. Kafiye ile ilgili bile olsa burada söz konusu “göz” veya “kulak” değil, imladır.