menu Menü
Logo Yengi Mecmua

Sahra-yı muhabbetde o divanelerüz kim

Mecnun-ı melametzede en akilimüzdür



İMAM GADAMERE NİYAZ EDENLER Önceki SANA TERBİYEDEN SORARLAR Sonraki

PROMOSYON ŞİİR

Matbu Türk edebiyatının en iyi şairlerinden birine refik olma şerefine bir müddet de olsa nail olduğundan mı bilmiyorum, Ataol Behramoğlu’nun da şiir üzerine bazı kıymete değer düşünceleri vardır. Bu düşüncelerden en kıymetlilerini Organik Şiir kavramsallaştırmasıyla ortaya koymuştur Behramoğlu. Söz konusu kavramın izahını yaptığı yazısında şöyle bir ifade kullanır: “…‘söz’ün dolaysızlığı, doğrudanlığı, şiire öteki sanatlar arasında en organik olabilme şansını da tanımaktadır.” Şaşırtıcı olsa da doğru söyler Behramoğlu. Sözü daha da öteye götürmek gerekirse; Türk şiiri ilkin yazıyla sonrasında ise tab edilerek karşılaştığı yeni organik olabilme imkânlarına bugün bir yenisini daha eklemektedir. Önce dijitale hicret konusuna getireceğim lafı, sonra başka şeyler konuşacağız.

Gün geçmiyor ki matbuatın yenildiğini kabul edenler kervanına bir edebiyat mecrası daha katılmasın. “Yoğken” adında bir edebiyat sitesi kuruldu. Görüldüğü üzere sözlü kültür çağrışımı oldukça yüksek bir isim ile yayında Yoğken. Buna karşılık sitenin kurucu ekibi, son matbu şairlerin dergi mutfaklarında yetişmiş şairlerden oluşuyor. Matbuatı terk etmelerine sevindim, hayırlı olsun, bir sonraki aşamada matbu şiiri ve hatta matbuat faaliyetleriyle gelişen anlam dünyasını da terk etmelerini umuyorum. Hadi onlar gençti ve atıldı; Fayrap dijital bir mecra olarak yayın hayatına devam ediyor. Adları çok da önemli olmayan çoğunluk itibariyle postmodern dertlerin bir takım matrak ve vasat metinlerle buluşturulduğu bir yığın (ne güzel, artık bir yığın diyebiliyoruz!) dijital mecra daha var mesela. Ve ona iştirak ederek yalnızca görsel tasarımlarıyla öne çıkabilen daha kötü örnekleri… Bunlar yine iyi ama. Mesela bu yazıda, bir pazarlama müdürüne bağlı olarak yayınlanmak zorunda olan sermaye dergilerini eleştirmeye tenezzül bile etmeyeceğim.

Konu şu, 5 Mart 2019’da İstanbul Ticaret Odası (İTO), “İbrahim Müteferrika’dan Dijitale Matbaacılık Sektörü” isimli bir toplantıya ev sahipliği yaptı. Dönemin Sanayi ve Teknoloji Bakan Yardımcısı Hasan Büyükdede bu toplantıda, “Dijitalleşmenin nimetlerinden faydalanmak gerek. Matbaacılık sektörünü yalnızca gazetecilik ve kitap penceresinden incelememek lazım.” dedi. Ve yine o toplantıda, tüm sektörlerin dijitalleşme karşısında gerilediği ancak bundan yalnızca ambalaj sektörünün etkilenmediği filan vurgulandı. İstanbul’da bulunan 3 bin 250 küsur matbaanın önemli bir kısmının artık iş yapmadığı, dijital baskı pazarının 30 milyar dolara ulaşacağı, matbaacılık sektörünün bu süreçte ambalaj sanayi ile el ele vererek yeni bir döneme geçiş yapacağı filan hepsi gözlerden kaçan bu toplantıda görüşüldü.

İlkin sözlük üreten, gazete, kitap ve dergi yayıncılığının temel taşı olan, kendisinde edebiyatın ve edebiyatçıların temerküz ettiği matbaa, artık ambalajcıların, promosyoncuların reklam faaliyetlerini sürdürmek için çalışıyor. Promosyon; mesela oto parfümü, mesela baskılı powerbank, mesela baskılı çakmak… Promosyon yani kurumların kendi hedef kitlelerinin ilgisini çekmek için üzerine adlarını, logolarını filan bastırarak esas ürünün yanında hediye ettiği başka bir ürün. Anahtarlık mesela, baskılı kalem ya da. Kandırmaca. Matbuat, selefon satmak için iyi bir sektör ancak şiir yaymaya aracı olabilecek bir konumda değil artık. Bu hususta matbu şiirin de aynı doğrultuda ilerleyerek tükendiğini ve “ambalajcılıkla” varlığını sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Zaten yazımızın başlığı olan “promosyon şiir” de burada karşımıza çıkıyor.

İşte bütün bunlardan hareketle, matbu yayın ısrarı güden ve şiirin söze ilişkin olduğu gerçeğini aldırmadan yayınlanan şiire “promosyon şiir” diyorum. Şimdi gelelim promosyon şiirin manifestosuna. Yazarı Burak Ş. Çelik. Geçtiğimiz sene bu dönemlerde yayınlan kitabında yer alıyor. Bu hususta promosyon şiire haksızlık etmeyeyim, elbette promosyon şiir manifestosunun tek yazarı Burak değil, ancak bu yazıda sadece onun manifestosunu ele alacağız. Öncelikle itiraf edeyim: Burak’ın kukafaru’nun önsözünde yazdığı metin, şiir yahut şaire dair hiçbir şey anlatmayıp ancak kendi eleştiri kabiliyetine ilişkin menfi düşüncüler uyandıran diğer yazılarına benzemiyor. Belki de madde madde yazınca bu işi becermiştir. Sonuçta baya kolaylık sağlıyor madde madde yazmak.

İşin keyifli kısmını bir kenara koyalım şimdilik. Bir defa Ebabil’i bu güzel edisyon için tebrik etmek gerek. kukafaru, şiirsel bir başarı barındırmıyorsa da kitap olarak bir matbuat faaliyeti başarısı çünkü. Nitekim içeride, bir şey anlatması için basılmış resimler de var ve hepsi gayet şık duruyor.

Tam bu anda belirteyim, bizim bu yazıda promosyon dediğimiz şiire Burak, Diyalektik Şiir diyor. Benim Burak’ı eleştiriye layık bulmamın iki sebebi var. Biri, eski bir şiiri, diğeri, söz konusu manifestonun 15’inci maddesi. Zaten diğer maddelerde; sınır ihlali, kötülüğün, çirkinliğin ya da bozukluğun estetiği, sistemin aygıtlarını sistem karşı kullanma, günlük politika eleştirisi filan gibi alışık olduğumuz konuları marjinal bir sosla marine edip sunmuş Burak. Gelelim 15’inci maddeye, söz konusu maddenin bir kısmında şöyle söylenmiş:

“Ezberlenmek için yazılmış, ölçülü-uyaklı-asonanslı-aliterasyonlu şiirler, bir bestekârı şiire nasıl davetkâr kılmışsa ve böylece şiir, yazıldığı yüzyıla uygun bir hâle gelmişse; imajın ve görselliğin zirve yaptığı günümüzün tabiatına en uygun ittifak ise metin-görsel ittifakı olmuştur. Kurulan bu ittifak yapay değil; imajı tabiatında barındıran şiir için asli kodlara ve bir üst seviyeye çağıracak biçimde organiktir. Nitekim enstalasyonun da şiire dâhil oluşuyla birlikte işitme, görme ve dokunma arasında da dikkate alınası gereken yeni bir bağ inşa edilmiştir.”

Bu maddeyi dikkate aldım çünkü matbu Türk şiiri içerisinde tartışılan birçok meseleye ilişkin yargı barındırıyor. Mesela ezberlenmek için yazılmış ölçülü şiir meselesi… Bu mesele aslında öyle bir meseledir ki hem Garip’e yol açmış, hem de Servet-i Fünûn’un dağılmasına sebebiyet veren Ali Ekrem’in “Şiirimiz” makalesinde vurgulanmıştır. Yani eski şiirin ezberlenmek için yazıldığı yahut vezin ve kafiyenin ezberi kolaylaştırdığı için tercih edildiği iddiası ilkin, matbu kültürün ilk şairi ve cedd-i ekberimiz Namık Kemal’in oğlu tarafından ortaya atılıyor. Gereksiz semantik ayrım yapma geleneğimiz de modern şiir içerisinde “şiir ve manzume” ayrımıyla böylece başlıyor.

Bir kere, “Ezberlenmek için yazılmış, ölçülü-uyaklı-asonanslı-aliterasyonlu şiirler” ifadesi tamamen safsata. Şunu düşünebiliyor musunuz ya da aklınız alabiliyor mu mesela: 16’ıncı yüzyılın Bağdat’ında Fuzûlî’ye neden şiir “yazdığını” soruyorlar, o da “ezberlenmesi için” diyor. Böyle bir diyaloğun gerçekleşmesi ne kadar mümkünse şiirin ezberlenmek üzere söylenmesi de o kadar mümkün. Ayrıca Türk şiir tarihi içerisinde “ezberlenmesi için yazılan” şiirden söz edilemeyeceği gibi manzum Türk şiirinin varoluş sürecini “yazıldı” ifadesi ile anlatmak da yanlıştır. “Yazıldı” ifadesiyle “kaydetti” anlamı kast edilmiyorsa bu süreç, “nazmedildi” veya “söylendi” ifadeleriyle anlatılmalıdır; zira manzum şiirin yazılması, şairlikten çok kâtiplikle ilgili bir durumdur. Ali Ekrem, ezber meselesini şu ifadelerle ele alır:

Eskiden bir şeyi öğrenmek için ezberlemek lazım geleceğine dünyanın her tarafında hükmolunmuş idi. Nazımdaki ahenk ezberlemeyi teshîl edeceğinden etfâlin, nev-resîdegânın zihinlerine muavenet emeliyle ne kadar biçare müellifler, kaide-perverler yıllarca ömr-i sarf ederek, zihinlerini çatlatarak o muğlak, meşûş asârı vücuda getirmişlerdir!

Orhan Veli ise aynı konuyu Garip Önsözü’nde, “An’ane, şiiri nazım dediğimiz bir çerçeve içinde muhafaza etmiş. Nazmın belli başlı unsurları vezinle kafiyedir. Kafiyeyi ilk insanlar ikinci satırın kolay hatırlanmasını temin için, yani sadece hafızaya yardımcı olmak maksadıyla kullanmışlardı. Fakat onda sonradan bir güzellik buldular.” ifadeleriyle kendince izah eder. Tabii meselenin derinlemesine ele alınması için çok daha fazla kaynaktan onlarca alıntı yapmak gerekiyor. Ancak başıma bela olan bu 15’inci maddenin belirginleştirilmesi gereken öyle tarafları var ki kanaatimi ifade edip “ezberlenmesi için yazılan şiir” meselesini kapatacağım. Manzum şiirler, hiçbir zaman bir şeyler ezberlensin diye yazılmamıştır. Tabii bunu, manzum sözlükler ve talim için yazılmış diğer ilmî eserleri bir kenara koyarak söylüyorum. Bununla birlikte vezin ve kafiye, daha önce başka bir kayıt imkânı ile karşılaşmamış sözü kaydetmeye, tarihte var kılmaya yaramıştır. Söz konusu kavramlar, şiirden ayrı düşünülebilecek ve şiire eklenmiş kavramlar değildir.  Nitekim söz ağızdan çıkar ve bunun çeşitli sebep veya kaidelerle güzel olanına şiir denir. Orhan Veli ile şurada anlaşıyoruz: “Vezinle kafiyenin her şeye rağmen birer kayıt olduğunu da kabul edelim.” Ancak merhum şair, vezinle kafiyenin şiiri tahdit ettiği düşünüyordu, halbuki o da ancak bunu matbaanın oluşturduğu zihin iktisadı tahdidince akledebilirdi. Dolayısıyla, şiirin ve dahi sözün “kayıt teknolojileri” ile biçimlendiğini söylemek en doğrusu olacaktır ve ancak bu doğrultuda vezin ve kafiyenin kayıt aracı olduğunu (şiir içerisinde ezberlemeyi kolaylaştırmak maksadıyla kullanılmadığı detayıyla birlikte) söyleyebiliriz.

Şimdi bakalım 15’inci maddenin bir diğer herzesine… Görsellik ve şiirin organik ittifakından bahsediliyor mesela. Aynı zamanda “enstalasyonun da şiire dâhil oluşuyla birlikte…” diye bir ifade de var. Organik Şiir kavramının aşağı yukarı ne anlama geldiğini yazının başında anlattık ve Behramoğlu’nun yaptığı bu kavramsallaştırmanın sözün doğrudan ve dolaysız olmasına ilişkin olduğunu belirttik. Ancak Burak, söz konusu manifestosunda şiirin diğer sanat dallarıyla sürekli bir ittifak içerisinde olduğunu ve bugün için de en uygun ittifakın görsellik ve şiir arasında olduğunu savunuyor. Şimdi, ilkin belirtmeliyim ki bu bir “ittifak” meselesi değil, “tedahül (birbirine dâhil olma)” meselesidir. Bunu aslında Burak da “enstalasyonun da şiire dâhil oluşuyla birlikte…” ifadesiyle açık ediyor. Haşim ile Orhan Veli’nin tartışmalarından hatırlarsınız belki bu kavramı. Haşim, kaba bir tabirle şiirin musikiye yakın olduğunu savunurken Orhan Veli ve arkadaşları, bir sanatın malzemesinin bir başka sanat içinde gereği gibi kullanılamayacağını ifade ederek tedahüle karşı çıkıyor filan.

Burak’ın şiir düşüncesi o kadar iddialı ve iddiasız, anlamlı ve anlamsız, sınırlı ve sınırsız ki, “ittifak” kelimesi tercihi poetikası içerisinde çok şiirsel kalıyor. İttifak, malum, sınırları belli olan siyasi ve hukuki bir terim. Bununla birlikte postmodernlerin “sonuç” bile yazmadığı bir dünyada postmodern şiiri temsil etmek adına yola çıkıp manifesto yazmak da tutarsızca. Çünkü tutarsızlık suç teşkil etmiyor Burak için. Her şeyin sınırsızca sarf edilebildiği ya da her şeyin sınırsızca dahil olabileceği bir anlam dünyasını savunurken manifesto kurgulayıp bir şeyleri madde madde yazarak sınırlı bir içeriği niye kitabının önsözüne alırsın mesela? Biliyorsunuz, şemaların, maddelerin, kalıp simgelerin kağıt üzerindeki varlığı da matbuat teknolojilerine ve anlamın sınırlandırılmasına işaret eder.

Bilmediğin mi, kendince bir şeyleri oturtamadığından mı, yoksa kendini anlatmayı beceremediğinden mi bilmiyorum, kendisini dikkate alacak olursanız ilk fark edeceğiniz şeylerden biri şiir-poetika çelişkisi olur sanırım. Ayrıca Burak’ın her şeyin geçerli olduğu ve garip bir şekilde ahlakçı olan poetikasındaki şiirde sınırların yok olduğu imasını ve tedahül çağrısını zayıflatan önemli birçok detay daha var. Bunları izah etmeyeceksem de konunun etrafında bir müddet gezinmeye devam edeceğim.

Orhan Veli’nin matbuat merkezli şiir savunusunda, yani yine Garip’in önsözünde tedahüle karşı çıkması ile matbaanın sınırları belirli bir anlam dünyası ve dolaylı bir şekilde ulus devlet inşa etmesi, aynı korelasyonda gerçekleşen hadiseler. Yani matbuatın sınırları belirginleştirici gücü, sınırları belli olan bir şiirde de kendini gösteriyor. Dijital iletişim teknolojilerinin de matbaanın sınırlandırmalarını aşarak küresel köyler ve çeşitli kusurları temsil ederek belirli bir alanda meşru kıldığı dijital kabileler oluşturduğu malum. Burak ve Burak’ın intisap ettiği, içerisinde şiir adına her şeyin mübah kılındığı ilginç tarikat, yukarıda bahsettiğim küresel köylerin ve dijital kabilelerin şiirini özgürleşiyorlarmışcasına var etme eğiliminde. Dijital bir dekadanlığın matbuattaki son görüntülerini veriyorlar. Halbuki ne matbuat faaliyetlerinin ve protestanlığın aynı anda huruç ettiği Almanya’dan Zürih’e göç ettiler ne de gamerlık yapıp Zafer Partisi’ne üye oluyorlar. Ama konumuz Burak ve onun manifestosu. Mors alfabesiyle şiir yazmak filan muhabbetine hiç girmiyorum, kestiği kıza yaratıcı bir açılma fırsatı bulmuş liseli gibi…

Şu meseleyi de ele almadan edemeyeceğim. Burak’a göre göre diyalektik şair tenkidi elden bırakmaz! Bugün maalesef şiirle iştigal eden üç kişiden dördü eleştiri eksikliğinden, yokluğundan dem vuruyor. “Eleştiri hülooğ” tarzı bir ortam var. Bu hususta yakınanların çoğu mesela geride bıraktığımız 2023 yılında ortaya bir elin parmakları kadar eleştirel metin koymuş değil. Poz kesiyor millet yani. Çünkü hepsi hala matbuatın oluşturduğu zihin iktisadıyla şiire yaklaşmayı tercih ediyor. Promosyoncular yani onlar da. Poz kesmekle olacağını sanıyorlar. Bugün eleştiri eksikliğinden söz etmek, uzaklara bakarken fotoğraf çekilmek gibi bir şey. Ama bu hususta Burak Ş. Çelik’in hakkını yemeyeyim, ortaya bissürü metin koymaya çalışmış. Hatta bu hususta, Eray Sarıçam ile birlikte hakkı yenenlerden olduğunu düşünüyorum. He, Burak’ın ortaya koyduğu metinlerin eleştiri kabiliyeti ne kadar yüksek, orasını size bırakıyorum. Ama en azından cevapsız bırakılmayı hak etmiyor[1]Öncelikle belirtmeliyim ki bu bir dipnot değil, ek. Yazıya bu meseleyi dahil etmek istemedim ama bir konuya açıklık getirmek gerekiyor. Geçenlerde şiirimizin incel temsilcilerinden olmaya … Continue reading.

Neyse, amma uzattım. Gidip “gülme biçimleri”ni filan okuyayım, cila olsun.

Dipnot

Dipnot
1 Öncelikle belirtmeliyim ki bu bir dipnot değil, ek. Yazıya bu meseleyi dahil etmek istemedim ama bir konuya açıklık getirmek gerekiyor. Geçenlerde şiirimizin incel temsilcilerinden olmaya aday biri, Yengi’deki faaliyetleri “video şiir” olarak adlandırmıştı. Onu da bu yazının herhangi bir yerinde tornadan geçirmek istedim çünkü Yengi’de yayınlanıp poetika özelliği ihtiva eden ilk yazıda olası “video şiir” tesmiye girişimlerine cevap verilmişti. Şiirimizi matbaa ile kaydetmeye karşı olduğumuz, buna karşılık söz söyleyip bu anı video ile kaydettiğimiz ve buna da video şiir falan demediğimiz, doğrudan şiir dediğimiz bizi takip edenlerce gayet iyi bir şekilde biliniyor.  Ama bir şeyler bilmek lazım tabii. Mesela 18’inci yüzyılın sonlarına dek söz ve şiir aynı anlamlara gelebilen kelimelerdi. Mesela söz gelimi 14’üncü yüzyıl şuarasından Ahmedî’nin divanında söz, yalnızca şiir anlamına geliyor, üstelik 85 küsur yerde. Buna karşılık nazma, şiire, gazele falan çok sık rastlamıyoruz. Yani işte insan şiirin ne olduğunu şiir tarihi içerisinden yorumlayamayınca Yengi’nin yeni bir şey yaptığını düşünebiliyor. İnsan, neye hitap ediyorsa onu kıymetlendirmeli. Kıymetlenmek için hitap etmemeli. Velhasıl-ı kelam bunlar da hep kafayı promosyon dünyasından çıkarıp hür bir şekilde bir şeyler düşünememekten kaynaklanıyor.

enis Muhammed ÖZEL Promosyon Şiir


Önceki Sonraki

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İptal Yorum gönder

keyboard_arrow_up