Milletler devletleri kurar ki bu bir terbiye metodunun siyasal karşılığıdır. İnsanın makro perspektifte idaresi, öteki ile ilişki ve iletişim, savaş, barış, “ötekilerin” ve “biz”in maliyesi, refahı, “ötekine oranla biz”in maddi koşulları, öteki ile aramızdaki kavga… Bu sayılanların cem’i cümlesi terbiyenin (la politique) bir yansımasıdır. Bu grand teorinin bir cüzü olan siyaset/politika (le politique) ise idari mekanizmanın terbiye şubesidir. Milletler devlet kurduğu gibi devletler de milletleri terbiye eder; değişen jenerasyonlara dair öngörülen perspektif tabi ya da suni yollar vasıtasıyla milletlere intikal ettirilir.
Merhum Teoman Duralı Hoca’dan iktibasla, “Toplum hayatının temelinde, “inançlar” bulunur. İnançların iki kaynağı vardır: Biri, belli bir zaman diliminde belirli bir mekânda yaşayan, başka bir deyişle, ‘ömür süren’ insanlar, birtakım olaylarla karşılaşmak durumundadırlar. Bu karşılaştıkları olayları belli anlamlandırma çerçevelerinde değerlendirirler. Buradan da kişisel ‘tecrübe’ler doğar. Kişisel tecrübeler hevengi ‘yaşantı’yı verir. Kişiye kendisini başkalarından ayıracak özellikleri “kişilik” verecek ölçüde “huy” edindiği yaşantı verilerine “âdet” diyoruz. Kişisel yaşantıların, başkalarını da etkilemek suretiyle yayılarak topluma mâl olmalarıyla da “görenekleşirler.” Toplum ya da cemiyet insanı ünse götüren değerleri cem eder. Bir çocuğun büyümesinde de bir organizasyonun devlet olmasında da başat unsur ethosun ete kemiğe bürünmüş hali olan terbiyedir. Bugün moda ismiyle kültür yönetimi adını alan bu faaliyetler bütünü, “zor”un kayıtsız şartsız idaresine girmiştir. Terbiyenin yalnız sermaye sahibine ya da zor/iktidar sahibine ait olması yarının aktüalitesi hakkında tahmin edilebilirliği kolaylaştırıyor. Özellikle kitle iletişimi vasıtasıyla kalabalıkların ve dahi alternatif örnek ve metotlardan mahrum kalabalıkların terbiyesi daha kolaylaşmış durumdadır.
Aslına bakarsanız baba ve ata kuşağımızın dinlediği Hazreti Ali Cenkleri, Battal Gazi Destanları ve sair hikâyeler ontolojik kurucu metinlerdir. Bir milletin kahramanlarının yolculuğunu takip edeceği realitesinden hareketle, bir dönemin terbiye metodunun; lokal, dağınık ve fakat üst hikemi başlıkta bir ve beraber olduğunu anlayabiliriz. Türkiye özelinde konuşursak televizyon, 1980’li yıllardan itibaren edilgen izleyicinin hapsolduğu bir mahzenden gayrısı değildi. Tek yönlü üretilen ve dönemin kültür politikaları itibariyle görünür ya da var kılınan yapımlar, ancak iktidarın olur verdiği yapımlardır. İktidarlar için televizyon tâbi olunacak kültür sisteminin ve dolayısıyla da terbiye usulünün hem vasatı hem vasıtası mesabesindedir.
Sözlü kültürün kendisinin bir eğlenme/eylenme aracı olarak radyonun yaygınlaşması ile inkırazı ve görsel kültürün yaygınlaşması elbette terbiye sisteminde belli değişikliklere neden olacaktı. Fakat Türkiye’deki televizyon ve yayın politikalarının neden olduğu marjinal dönüşüm tahminlerin ötesine geçti. İnsanların tahayyül seviyesinin görsel kültürün imkanlarıyla kısıtlanması özellikle çocuk ve gençlerin kahramanlarını televizyon vasıtasıyla seçmesine sebep oldu. Zira -Weber’den mülhem- ideal tipler üreterek “etkileyici” karakterleri piyasaya süren televizyon aynı şekilde bunların alıcısını da hazırlar. 1980’li yıllardan itibaren yoğun bir Amerikanizasyona maruz kalan Türkiye ilk özel televizyon kanalı olan Magic Box ve Star1’in yayın hayatına başlaması da var olan dönüşümü hızlandırmıştır.
Kimi Erol Mutlu gibi literatüre katkı sağlamış iletişim bilimcilerce göre “Milletini yaratma olanağını bulmuş ve yaratmış olan tek yayın kuruluşu BBC’dir.” gibi kesin ve kararlı fikirler baskın olsa da “Türkiye’deki televizyon politikaları milletin tekâmülüne mâni olmuştur.” gibi bir yorum yapılabilir. Evet, Televizyon, olumlu bir millet inşasında başarısız fakat olamamada olduramamada yüksek pay sahibidir. 1990’lı yılların sonlarına doğru haftalık yerli dizi furyasında -özellikle aile dizilerinde- Süper Baba, Bizimkiler daha sonraki devrede Çocuklar Duymasın, Avrupa Yakası gibi yapımlarda Amerikan konservatizminin aile temelli ideolojisinin izleri göze çarpar. Toplumsal normları kendi içerisinde yaşayan ve fakat demokratik, kimi geleneksel unsurların geri kafalılık, eşler arası kıskançlığın ilkellik olduğu yeni aile tipleri de yine bu televizyon yapımı ailelerden türedi. Türkiye’de azınlık bir grupta görülen işbu toplumsal ilişkiler televizyonun ideal tipleştirmesi vasıtasıyla harcıalem oldu.
“Bir televizyon yapımı nasıl sahihliğini korur?” sorusu hala cevaplanabilmiş değil. Ya da “klasik Hollywood kurgusunun ötesine geçilebilir mi?” sorusunun henüz bir cevabı yok. Belki de “Demokrasinin iktidar kamçısı olan televizyon, bu kisveden sıyrılabilir mi?” sorusu, daha esaslı bir sorudur.
Sorularımız ne olursa olsun vereceğimiz cevap kahramanları hem de gerçek ve öz kahramanları ile gençlerini terbiye edecek bir milletin yayın stratejisi bu şekilde olmamalıdır. Buna ek olarak büyük sermayenin ve rigide siyasal hamlelerin birer ürünü olan külli Televizyon yapımlarının çok parçalı topluma seslenebilme imkânı hayli kısıtlı iken butik ve spesifik konular üzerine yayın faaliyetleri gerçekleştiren, içerik üreten sosyal ağ içerikleri daha başarılı olacaktır. Bu vesileyle muhterem şehitlerimizin hatırasını hatırımıza ve virdimize düşüren Tabuta Sığmayanlar programının kıymetli ekibine yürekten teşekkür ediyorum. Çünkü kahramanlar, istikametin ve terbiyenin öğretmenidirler.