“Ahlat Ağacı”nda Türkeli’nin “sınıflı” yapısını görür gibi olmuştuk. Hâlbuki Nuri Bilge Ceylan’ın esas konusu halksız (hak’sız?) aydının tragedyasıdır; Şiirde muadilini arayacak olursak Edip Cansever dememiz işten değildir, bilhassa tragedyaların Cansever’i Nuri Bilge’nin sinematografisine hayli yakındır: sadece tragedyalar mı, Cansever’in “Salıncak”ı Nuri Bilge’nin her filminin eylemsiz boşluğunu sallayıp durmaktadır sanki: ikisinde de tabiatın çıplaklığını (insansızlığını) örten benzer bir müzik ve başıyla sonu arasında belirgin bir fark (anlamlılık) olmayan hikâyelerin tekdüzeliğindeki çarpıcılık vardır; aradaki fark Cansever’in “şehir”i, Nuri Bilge’nin “taşra”yı dramatik kurgunun mekânı olarak tercih etmeleridir. —Nuri Bilge’nin taşrayı tercih etmesinin esas sebebinin Batıcı Cumhuriyet pedagojisinin şehirden (politeia’dan) sürgün edilmesine bağlıyorum. Sanıldığının aksine İslamcılık, mafyatik bir taşra siyaseti değildir; şehirlerin banliyösünden şehirlerin merkezine yürüyen bir karşı kültürdür ve bu “mafyatik taşra siyaseti”[1]Filmin (Kurak Günler) bağlamından, hikâyenin akışından çıkardığım bir terkip.nden çok farklı bir şeydir.—
Daha cüretkâr bir şekilde soralım: Nuri Bilge, batılılaş(a)mamışlığımızın melankolisinde gördüğü yaralı figürler “Batıcı” Cumhuriyetimizin mezar kazıyıcıları değil midirler? Daha farklı bir şekilde söylenecek olursa, öğretmenin (Batıcı Cumhuriyet pedagojisinin) suyu çekilmiş kuyusunun işaret ettiği gerçek, yeni kuşağın intiharıyla eş değer değil midir? Filmde “imam” daha “iştahlı”dır —yaşama şehveti taşımaktadır— ve bu durum onu püriten algının “imam” figüründen uzaklaştırsa da, geleceğin dünyasına bir özne olarak dâhil olmasını sağlayacak gerekçeyi de içinde barındırmaktadır. Öğretmen (Batıcı Cumhuriyet pedagojisi) şehirden sürgün olmuş ve taşraya sığınmıştır ama taşrada onu bekleyen şey kurumuş bir kuyudur; orada “yeni hayat”ın “ağaç”ını canlandıracak bir su bulması dahi artık mümkün değildir. O, bölünmüş bir gerçeğin, gerçekle uyumsuz bir ideolojinin, çorak ve biçimsiz bir mekânın sakini olarak ağır ağır ama çabalamayı bırakmadan tarih sahnesini terk ediyor, kendisini takip edenleri suyu çekilen kuyuda intihara eş bir eylem/sizlik/e sürüklüyordur. “Ahlat Ağacı”, çöken bir sınıfın melankolisidir, “taşra”nın ahvalini haber vermez, şehirden (politeia’dan, dolayısıyla politikadan) taşraya mahkûm edilen zümrenin sırrını deşifre eder. Bu bakımdan son yirmi yılın fotoğrafını gösterdiği için Nuri Bilge “gerçekçi” (bile) sayılabilir, ama Emin Alper’in “Kurak Günler”i liberal solun gördüğünü tekrarlamaktan öteye geçmez; bir olguyu değil, ahlakçı bir fikrin problematiğini serimler.
“Kurak Günler”deki çatışma üç unsur arasında devinir: Belediye başkanı ve onun çevresi (mafyatik taşra siyaseti), tecavüze uğrayan kadınla diğer mağdurlar (halk) ve savcı (bürokrasi).[2]Film, tipik bir “ideolojik alegori”dir; filmin dramatik akışı Türk siyaset ve tarihinin son 50-60 yılında ve bilhassa AKP hükümetleri dönemlerinde yaşanan bürokrasi, halk ile siyaset … Continue reading Filmin mekânı tıpkı “Ahlat Ağacı”nda olduğu gibi “su”yla problematize edilmiştir. Hikâye; can damarı kesilmiş, yaşama enerjisini kaybetmiş bir mekâna “kurtarıcı” olarak gelen savcının mafyatik taşra siyaseti tarafından ayartılıp halka taşlattırılmasının etrafında dönüyor. Filmin sonunda savcı (bürokrasi) gecenin karanlığında peşinde halk olduğu hâlde kasabadan kaçıyor; yani halk, kendisine tecavüz eden mafyatik taşra siyasetinin ayartılmasına kapılarak ve/veya onlarla işbirliği yaparak ve/veya zaten bir özne olmadığı için çarnaçar belediye “reis”i ve onun çetesine itaat ederek savcıyı kovar. Bu, neredeyse her seçimde gördüğümüz yorumların bir versiyonundan başka bir şey söylemez; halk, katiline aşık olarak resmedilmemiş olsa bile, katilinin (veya tecavüzcüsünün) karşısında varlık kazanmasını sağlayacak bir bilinç veya eylem geliştirecek kudrete malik olmaktan uzak resmedilir; o, mafyatik taşra siyasetinin “çaresiz” ve “itaatkâr” “sürü”sünden ibarettir. Hatta, kendisini “yasa”yla “ihya” edecek “savcı”ya kurulan tuzağı bildiği hâlde bunu gizlemiş, mafyatik taşra siyasetinin kurduğu oyunun işlemesine sebep olmuş, bu sebeple en az mafyatik taşra siyaseti kadar suça bulaşmıştır.
Sorulması gereken sorulardan biri şudur: Savcı aldatılıp/ayartılıp saf dışı bırakılmaya neden bu kadar yatkındır? Hikâyeyi özetleyerek düşünelim: Savcı, bol alkollü bir akşam sefasında kendisini kaybeder ve sarhoş olup kendisini kaybettiği akşam mafyatik taşra siyasetinin hilekâr oyununun bir parçası hâline gelir. “Masum” ve “halkçı” savcı, halkın tecavüze uğradığı gece, hayal ile hakikati ayırt edemeyecek denli sarhoştur. Daha doğrusu pek bir şey hatırlamamaktadır. O, iyi niyetinin kurbanı olmuştur, insanların bu denli “kötü” olabileceği bilgisine sahip değildir. Şu da söylenebilir: kasabaya adımını attığı andan itibaren sorunlar yaşadığı, ahlâken düşük olduğunu sezdiği hâlde belediye başkanının alkollü akşam sefasına katılmakta (katılmayı geçtim uzun uzun demlenmekte) bir beis görmez, bir beis görse bile kalkıp gidemeyecek kadar “iradesiz”dir. Özetle “savcı” karakteri, her açıdan sorunludur (acizdir); bu durum bir “ideolojik alegori” olan filmin etiğine de aykırıdır; mafyatik taşra siyaseti kötüdür, halk bir “özne” değildir ve savcı da basiretsiz biridir.[3]Yönetmenin bu tutumu Ecinniler’in (Dostoyevski) ilk sayfalarındaki ironik bir alıntıyı hatırlattı bana: “sitem dolu/ …/ duruyordun yurdunun karşısında/ liberal-idealist”. … Continue reading Eğer bu sonuncu çıkarsama geçerliyse film direkt komedi/fars türünden bir şeye dönüşüp güldürmece skeçlerinden farksız hâle gelir. Ya da tersinden bir masal mantığı da denebilir: kötüler her zaman kazanır. O hâlde şunu diyelim: filmin/hikâyenin ağırlık merkezinde sorunlu/aciz savcı karakterinin bulunması, halkın bir “özne” olarak resmedilmemesi, siyasetin de “mafyatik” olarak kodlanması, “Kurak Günler”in (olsa olsa) ahlâkçı niteliğini ifşa eder.
Savcı (bürokrasi) mafyatik taşra siyaseti ile mücadele edebilecek basireti (dirayeti) taşımıyor; siyaset “zaten” mafyatik ve illegal (allahsız kitapsız); halk da aciz. Bu itham edici tasvirin Türkeli’nin kontur ve gerilimlerini resmetmediği aşikâr (Bir İstiklâl Harbimiz var!). Çünkü ne (istendiği hâlde) savcı ne su içinde susuzluktan ölen halk ne de mafyatik taşra siyasetçileri empatik duygularımızı dahi kımıldatmaz; yönetmenin kesin cevabının şiddetiyle karşılaşmak dışında bir şey söylemiyor bu film. O hâlde ne demeli? Söz konusu film a) Türkeli’nin (Çorak Ülke’nin?) çatışma stil ve performansını göstermekten enikonu uzak, b) Batıcı Cumhuriyet projesinin melankolik müfredatıyla malûl, c) halkçı olamayacak kadar “savcı”nın[4]Bürokrasi nostaljisi denebilir bu duruma; film “kurtuluşu” halkın nomosunda değil (ne halka ne de halkın nomosuna inanıyor!), “despotik aydın”ın karikatüründe aradığı için … Continue reading algılarına hapsolmuş hâldedir. Pekâlâ halk ile siyasetçiler arasında organik bir bağın bulunduğu, “savcı”nın halkın duyarlığı ve menfaatiyle çeliştiği ve bunun sonucu olarak “kasabadan tardedildiği”, modern siyasetin de Machiavelli’nin resmettiği şekilde tabiatı gereği “mafyatik” olduğu söylenebilir. Daha doğrusu tek suçlunun “savcı” olduğu, “gecenin karanlığında” işlenen cürümleri görmemesi bir yana, bu cürümlerin işlenmesi için gerekli şartları bizzat kendisinin hazırladığı ve halkın bunu bildiği ve bunu bildiği için bürokrasiden gelebilecek zararın siyasetçilerden gelebilecek zararlardan daha fazla olduğunu düşündüğü için siyasetçilerden yana durduğu söylenebilir. Marx’tan beri tarihin atar-kalbinin çatışmalarla kanlandığını (canlandığını) biliyoruz; Orhan Veli’nin “Şu kavga bir bitse dersin,/ acıkmasam dersin,/ yorulmasam dersin,/ çişim gelmese dersin,/ uykum gelmese dersin/…/ ölsem desene!” şiirini hatırlamamak mümkün değil. Mücadelenin ve “kavga”nın hayatı aydınlık ve bayındır kıldığını düşünenler “Kurak Günler”in ahlâkçılığı karşısında “Fevkalâde memnunum dünyaya geldiğime,/ toprağını, aydınlığını, kavgasını ve ekmeğini seviyorum.” diyeceklerdir.
Basiretsiz (ve dirayetsiz) savcının (bürokrasinin) gecenin karanlığında yalnız bıraktığı halkın savcının kafasındaki hayalden daha muhteşem dünyalar kurmaya muktedir olduğunu bilmek için halkın kalbinden bir kalp, halkın acısından bir acı, halkın ruhundan bir ruh taşımak gerektiğini söylemek malûmun ilâmından başka bir şey değil.
Dipnot
1 | Filmin (Kurak Günler) bağlamından, hikâyenin akışından çıkardığım bir terkip. |
---|---|
2 | Film, tipik bir “ideolojik alegori”dir; filmin dramatik akışı Türk siyaset ve tarihinin son 50-60 yılında ve bilhassa AKP hükümetleri dönemlerinde yaşanan bürokrasi, halk ile siyaset çatışmasını alegorik bir şekilde yeniden kurgulamaktadır. |
3 | Yönetmenin bu tutumu Ecinniler’in (Dostoyevski) ilk sayfalarındaki ironik bir alıntıyı hatırlattı bana: “sitem dolu/ …/ duruyordun yurdunun karşısında/ liberal-idealist”. Yönetmenin peşin yargısından, memnuniyetsizliğinden, siteminden öte bir şey görmüyoruz filmde. Türkiye özelinde yaşanan halk, siyaset ile bürokrasi çatışmasının “neden”ini, sinemaya özgü bir biçimde bile olsa bulmak mümkün değil. Ne yani, bütün hikâye halkın “sürü”, siyasetin mafyatik ve hilekâr, bürokrasinin ise basiretsiz olması mıdır? Sanat, tıpkı bilimde olduğu gibi, fenomene gömülü mantığı kendi meşrebine muvafık bir şekilde tesbit ettiği müddetçe kıymetli ve anlamlıdır; gerisi fikirler ve ahlâkî yargılardır. |
4 | Bürokrasi nostaljisi denebilir bu duruma; film “kurtuluşu” halkın nomosunda değil (ne halka ne de halkın nomosuna inanıyor!), “despotik aydın”ın karikatüründe aradığı için “çarpık”, “arabesk” ve “suçlayıcı” olmaktan kurtulamıyor. Bu hâl bir konfor aynı zamanda; yaygın kanaatlerin rüzgârıyla yelkenleri şişirmek sanatın hakiki denizine yol almak için yeterli olmayabilir. Duygusal şiddetin irrasyonel ve arabesk tezahürü “Kader”in (Zeki Demirkubuz) alt-metniydi, “Kurak Günler”in alt-metninde ise “Batıcı Cumhuriyet”in ve “Batıcı Cumhuriyet”e iman etmiş “bürokrasi”nin mağlubiyeti karşısında halkı ve siyaseti suçlama fikri var. |