menu Menu
Logo Yengi Mecmua

Sahra-yı muhabbetde o divanelerüz kim

Mecnun-ı melametzede en akilimüzdür



BİZİ BULMAK İSTEYEN KENDİNİ YAKSIN: TÜRKİYE YÜZYILINDAN YÜZYILIN FELAKETİNE Previous VAPURDA Next

NEREDEN KONUŞUYORUZ?

Postu sırtında gezer hayvanın

İlmi sadrında olur insanın

Sümbülzade Vehbi

Geçen sayıda (sahi sayı olarak çıkmayı bırakmıştık değil mi) katipler hakkında bir yazı yazmıştım. Esasında edebiyat geleneğimiz içerisinde yazma fiilinin başat fiil olmaması, şairlerin kâtibi konumlandırdığı yerle de anlaşılabiliyordu. Ancak bu yazıda bir meslek grubu ya da ameliye üzerinden değil de klasik ilimlere ilişkin bazı bilgiler ışığında yazma, yazı, ezber, kayıt meselelerine değineceğim. Biraz geriye gidelim 900 sene kadar.

Es‘ad el-Meyhenî adlı bir dostunun kendisinden naklen anlattığına göre İmam Muhammed Gazzâlî Cürcân kentinde 5 yıl boyunca hadis ve fıkıh dersleri tahsil etmiş. (Bu hikâyeyi poetik mevzuların 6. sayısında anlatmıştım, aslında bu yazıda bahsedeceğim hususların hatırı sayılır bir kısmını o programda dile getirdim ancak video kurgulamak kadar benim konuşmalarımı sabote etmekte de mahir olan değerli Enis Özel müsaade buyurmadığı için konuyu istediğim gibi toparlayamamıştım. Neyse yazıya devam edelim) Tahsilinin sonrasında Tûs şehrine dönerken eşkıya tarafından yolu kesilmiş ve ders notları (Bouyges, Gazzâlî’nin bu notları Cüveynî’nin derslerinde tuttuğunu ve hocasının bundan memnun kalmadığını ileri sürer) da dahil her şeyi elinden alınmış. Gazzâlî eşkıyanın peşine düşmüş ve reislerine, Cürcân’a sırf o notlardaki bilgileri edinmek için gittiğini, bu notlar için 5 yılını harcadığını, söyleyerek hiç olmazsa ders notlarını geri vermesini istemiş. Eşkıyaların reisi, bilgilerini hafızasına değil de kâğıtlara yazdığı için onunla alay etmiş. Gazzâlî, bu olayı Allah’ın kendisine bir uyarısı şeklinde algılamış ve bu notların tamamını üç yıl içinde ezberleyip, bu notlardan “et-Taʿlîḳa fî fürûʿi’l-meẕheb” adlı ilk eserini oluşturmuştur.

Bu menkıbeden edinebileceğimiz birkaç bilgi var. Bunlardan konumuzla ilintili olanlar; öncelikle Peygamberin vefatından yaklaşık 600 sene sonra gerçekleşen bu olayda öncelikle yerleşmiş bir ilim geleneği olduğu, insanların bu ilimleri tahsil etmek için farklı şehirlere gittiği ve uzunca bir süre o şehirdeki hocaların derslerine katıldıklarına ilişkin malumatlardır. Günümüz lisans eğitimi kadar kurumsal bir yapıda olmasa da ilimlerin hatları çizilmiş ve müfredatlar oluşmuş. Ancak hikâyeden edindiğimiz diğer bir bilgiye göre derslerde not tutmak, notlar üzerinden dersi takip etmek gibi durumlar ilgili eğitimin temelini oluşturmuyor. Bugün hangi ilimle ilgili bir tahsile başlayacak olursak karşımıza onlarca kitap, kitapların özetleri, ders notları, sınav soruları vs çıkacaktır. Zaten kıssadan hisse de bu ikinci kısımla ilgili, bilgi kâğıtta yazılıyken değil hıfzedilmişken senindir. Eşkıyanın İmam ile (o zamanlar genç bir delikanlı) dalga geçmesi onu bu duruma sevk ettiğine göre “Elin çalışacağına aklın çalışsaymış şimdi karşımda ağlamazdın!” minvalinde bir laf olsa gerek.

Hikâyeden edindiğimiz bu bilgiler üzerine biraz daha duralım. Yani şimdi ortada yazılı bir not alma, bilgiyi metinden öğrenme ya da sadece metinle aktarma gibi bir durum, en azından başat olarak, yok ancak tam anlamıyla teşekkül etmiş ilimler ve bu ilimleri tedris etmeye ilişkin bir gelenek var. Günümüzde bize çelişki gibi gelen bu durum esasında kayıt sistemleri ile ilgili. Tabi buna Araplar kayıt sistemi demiyor, peki ne diyorlar?

Hadis ilmi kayıt ve aktarım üzerine kurulmuş bir ilimdir. Bu ilimin temel amacı Peygamberimizden gelen haberin güvenilir bir yol ile gelip gelmediğini ele almaktadır. Bahsi geçen yolların güvenilirliği de bilginin kaydedildiği mecra ile ilintilidir. Bu nokta karşımıza Hadis usulüne ilişkin en önemli kavramlardan biri olan “zabt” çıkar. Sözlükte “bir şeyi sıkı tutmak; bir sözü iyice belleyip ezberlemek, kaydetmek” anlamlarına gelen zabt, hadis ilminde râvinin aldığı bir rivâyeti, herhangi bir tereddüde düşmeden ve değişiklik yapmadan hocasından aldığı gibi nakletmesini ifade eder. Hadis usulünde zabt iki şekilde olabilir. Bunlardan asıl olan zabtın azîmesi olarak da adlandırılan zabtu’s sadrıdır. Bu aslında zabtın kural olarak ezber ile gerçekleşeceğini gösterir. Çünkü kişi kural olarak ezberlediği yani hafızasına kaydettiği şeye istediği zaman müracaat edebilir. Diğer zabt türü ise zabtu’l kitabi’dir ve bu da zabtın ruhsatı olarak adlandırılır. Kişinin işitip ketbettiği andan itibaren yanında taşıması gereken bir zabttır değilse haberin değişiklik ve bozulmaya uğraması mümkündür. Ancak yazı ile zabt ayrı bir yöntem olmasa bile zabtu’s sadr’a yardımcı olarak da kullanılmıştır. Mesela sem’a yani dinleme derslerinden önce bir metinden ilgili hadisleri çalışan talebe derste de dinleyip hocasıyla çalışır.

Bahsi geçen zabtu’s sadr üzerinde biraz daha durmak istiyorum. Özellikle sadr kelimesi Kur’an-ı Kerim’de farklı anlamlarda geçen, çok önemli olduğunu düşündüğüm bir kelime. Kelimenin farklı kullanımlarına geçmeden önce ilim sistemindeki bu kaydın yerine ilişkin birkaç örnek daha vermek gerekebilir. Malumunuz üzre Kur’an-ı Kerim, Rasulullah’ın vefatından sonra kitap olarak toplandı. Bahsi geçen bu kitaplaştırma işlemi sonrasında ise farklı kıraatler meydana geldi. Kıraat, Kur’an’ın metninde ya da okunuşundaki, anlamı etkileyen yahut etkilemeyen farklılıkları ifade etmek için kullanılır. Arap alfabesinin o dönemki hali okunmak için işlevsel değildir. Çünkü aynı ibare birden çok harf olarak okunabilmektedir. Bugünkü Arap alfabesinden farklı olarak o gün noktalar ve bir takım başka şekiller alfabede yoktur. Yani ilk Kur’an metni, hiçbir şey anlaşılabilen bir metin değildir, asla bu yazıya güvenip de Kuran okunamaz yani. Peki Kur’an’ın metni ne işe yarar? Esasında bu metni ancak Kur’an’ı hıfzeden kişiler tarafından bir hatırlama aracı olarak kabul edebiliriz. (Bu durumda hafız ile muhafızın neden aynı kökten geldiği daha iyi anlaşılabilir çünkü Kur’an ancak hıfzedilerek korunmuş ve aktarılmıştır). Yani zabtu’s sadr merkezdedir. Hadisler ile Kur’an’ın aynı yol ile bize ulaştığını söylerken bu duruma da işaret ederiz. Bahsi geçen bu dönemde bir âlimin ölmesi üzerine ilim öldü ifadesi kullanılırmış. Çünkü ilim o kişinin sadrında olup, o kişiye de içkin bir şeydir aynı zamanda. Bu dönemin bitmesi üzerine kullanılan “sadırlardan satırlara düşme” terkibi de konuyu özetlemeye yetecektir.

Peki bu sadır ne demek?  ص د ر harflerinden oluşan kelime sözlük anlamına göre göğüs, her şeyin ön ve baş tarafı, suyun kaynağı, mecliste baş köşe, baş, başkan, lider gibi anlamlara gelmektedir. Fiil olarak kullanıldığında ortaya çıkma, öne çıkma, bir kaynaktan kaynama, türeme, yayılma, (ferman) yayımlanma gibi anlamlara da gelir. Kur’an’ı Kerim’de ise daha çok göğüs/gönül olarak kullanılan bu kelime İslami ilimlerde hafıza anlamına da gelmektedir. Birkaç örnek vermek gerekirse:

“Sizi O yarattı. Kiminiz kâfirdir, kiminiz mümin. Allah yaptıklarınızı görmektedir. Zira gökleri ve yeri hak ile yarattı. Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı. Dönüş ancak O’nadır. Göklerde ve yerde olanları, gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri bilir. Allah, göğüslerin özünü bilir.” (Elmalılı Meali, Teğabun/2-4)

Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki, O, göğüslerin özünü bilir. Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır. (Elmalılı Meali, Mülk/13-14)

Tefsire göre aslında buradaki bilme hem yaratıcı olmasının bir ispatı hem de yaratıcı olmasının bir sonucudur. Bu halde Allah bütün göğüslerin hakikatini de bilir. Mükelleflerden çıkan gizli açık, iyi ve kötü her söz ve fiil, iman ve küfür, her hal ve durum, her niyet ve maksat O’na malumdur. Yani burada sadr kelimesinden maksat kelimenin diğer anlamları ile irtibatlı olarak sadrın içindekiler ve ondan sudur olan, ortaya çıkan her hakikattir.

Göğüs, içinde bugünkü yaklaşımla sadece duyguların mahfuz olduğu bir yapı değildir. Çünkü Kur’an bize kalp ile akletmekten de bahseder. Yani sadır kelimesinden; aklımızdan geçirdiklerimiz, planlarımız ve bildiklerimiz de dahil esasında bizi biz yapan tüm hafızamızı anlayabiliriz. Türkçede ise göğüs kelimesi “kög” köküne “us” ekinin gelmesi ile türemiştir. Kög; ses, avaz anlamına gelir. Yani bu durumda sesin çıktığı yer ile sözün oluştuğu yerin aynı olduğu sonucuna varabiliriz. İşte bu mecra içine işlenen, buraya kaydedilen bilgi, uzun yıllar ilim sistematiği içinde kural kabul edilmiş, yazı ise ancak ona bir yardımcı olarak kullanılmıştır.

avcı ensar konuşuyoruz nereden


Previous Next

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Cancel Yorum gönder

keyboard_arrow_up