Sanata ve sanatçıya reva görülen baskılar konusunda sızlanmayacağım. Ağlaklığı hiç yakıştıramadığım bir güruh varsa o da sanatçı milletidir. Varoluş sancısına katlanıyoruz yahu. Devletmiş toplummuş falan filan. Geçiniz. Üstelik ben devletin de toplumun da gösterdiği tepkileri genelde doğal karşılarım. Sanat, provakasyondur. Tahrik oldu diye halkı ve siyasetçileri yadırgamak bana sahtekârca geliyor açıkçası. Kısrağımız huylandıysa ne mutlu! Arzumuz da zaten bu değil mi? Uykularını kaçırmak… Rahatlarını bozmak… İnsanlar hayata alışmasın istiyoruz. Alışkanlık çünkü yaşamı kolaylaştırırken hayatın tadını kaçıran bir şey. Biz bunu istemiyoruz. Diri kalın istiyoruz. Tetikte olun.
Yengi’nin 7. sayısı için kaydettiğim iki şiir büyük tantana kopardı. Bu beklediğim bir şeydi. Sadece beklenti de değil. Ses çıkarmasını, tartışılmasını umuyordum. Öyle de oldu. Aslında halka açmadan evvel bu şiirler Yengi’nin kendi içinde zaten tartışıldı. Bu, ihtiyaç duyduğumuz bir tartışmaydı ve ancak gerçekleşmiş bir sanat eseri üzerinden yapılırsa istediğimiz verimi alabilirdik. Bugüne kadar çok soyut bir şekilde teoriye sıkışarak, nostaljik bir atmosferde yaptığımız bir takım mülahazalar olmuştu elbette bu hususlarda. Fakat gerçek anlamına sanatın patlayıcı gücüyle ulaştı. Yapmış olmak için değil, yapmak zorunda kaldığımız için bu tartışmaları yaptık. Asla kolay olmadı. Basitçe uzlaşmaktan ve tatlıya bağlamaktan kaçındık. Günler, geceler sürdü. Planladığımız tarihten çok sonraya sarktı sayının yayınlanması. Sonunda bir neticeye de varmış değiliz. Varacağa da benzemiyoruz. Bu o kadar önemli olmayabilir. Önemli olan tartışmanın kendi iç -diyalektik- mantığıdır. Bu nedenle Yengi’nin yayın kurulunda yaptığım savunmayı bir bütün halinde düzenleyerek halka arz ediyorum.
Bakire Meryem’den başlamak istiyorum. O şiirde yapmak istediğim şey aslında, -ikinciden, Orospu Meryem’den farklı olarak-, insanla ilgili evrensel sorunlardan tamamen bağımsızdı. Çağdaş Türk şiirinin krizini ortaya koymaktı asıl niyetim. Sizin de bildiğiniz gibi, İkibinler şiirinin ilk büyük aksiyonu, Heves dergisinde temsil edilen Deneysel gerçekçiliktir. Heves esasında Atlılar’a ve Neo-epik Şiir’e bir itirazdır. Avusturya okulunun Nazizm eleştirisini 21. yüzyıl Türkiye’sinde canlandırmaya çalıştılar. Pornografiktir. Logosu ampül olan bir partinin iktidarına karşı yürütülen bir “estetik karşıtı sanat kampanyası” -protest olmaktan çok- fazlasıyla komikti. Heves’in bu kampanyasına karşı Atlılar “Fayrap” ile hücuma geçtiler. Fayrap dergisiyle birlikte neo-epik yerini popülist şiire bıraktı. Bu aslında Heves’in faşizm eleştirisine verilmiş yerinde bir cevaptır. Türkiye’de “İslamofaşizm” değil, “İslami Popülizm” söz konusuydu. Popülizmi faşizmden ayıran en büyük fark estetik yoksunluktur. Hatta faşizmi basitçe “klasik estetik artı popülizm” şeklinde formüle edebiliriz. Popülist şiir, deneyselciliğin formalizmini maço tavrıyla alaya aldı. Kendiyle dalga geçebilen bir erkeksilik vardı burada, fakat aslında aşağılanan, biçimin arkasına saklanan Kadıköy’ün kasıntı bohemleriydi. Fayrap’ın edepsizliği, Heves’in taşra eleştirisini boşa çıkardı. Dal taşak gezmekten gocunmayan “taş fırın” erkekleri, Kadıköylü oğlanlara kıyasla çok daha moderndiler. Söylenmesi gereken her şeyi hem nalına hem mıhına vura vura söylediler. Şiirin Tatar Ramazanları, önlerine çıkan herkesi gözlerini kırpmadan indirdiler. Maalesef bu hengamede “Türk şiiri” de gümbürtüye gitti. Popülistler gaddarlıkta o kadar ileri gittiler ki, sonunda Şiirimizin nazlı gelini “Musiki”yi de katlettiler. Ardı ardına patlayan testosteron bombaları altında “Güzellik”in sesi inceldi… inceldi… yok oldu. Çocukların elinde oyuncak olmaktan kurtaranlar, kurtardıktan sonra bi-güzel’ Türk şiirini s.kip bıraktılar. Şiirimizin namusu kirlendi. Işığı söndü.
İşte Bakire Meryem, benim Türk şiirinin başına kondurduğum haledir. Sanatı politikadan ayıramayız. Ancak sanat her şeyden önce sanatsal olmalıdır. Güzelliği yok sayma pahasına ahlakın sinyallediği bir edebiyat ortamında Hz. Meryem’i, -masumiyet sembolünü- şiirime konu ettim. Ama bu şiirin Hz. Meryem ile pek alakası yok aslında. Son mısraya kadar tekerlemelerden oluşan bir şiir bu. Ayrıca -Orospu Meryem’den farkı- hiçbir şey de anlatmıyor. Politik, ahlaki yahut felsefi hiçbir mesaj yok. Yine de çok etkileyici. Okurken ben bile ritmine kapılıp kendimi kaybettim. Kaydı izleyen dostlarım, şiirin kendisinden çok okuyuş tarzımı ve mimiklerimi beğendiklerini söylediler. Biliyorsunuz ben bu şiiri ilk önce kendi Youtube kanalımda yayınlamıştım. Çok beğenilince yeni sayıda olmasını istedim. Bunun üzerine Enis yeni bir kayıt istedi benden. Yeni kayıtların hiçbirinde aynı ritmi yakalayamadım. Aklımda hep o ilk kayıt vardı. Oradaki mimikleri, vurguları taklit etmeye çalışıyordum. İlk kaydı alırken yayınlamayı düşünmüyordum. Gerçekten kendimden geçmiş gibi okumam bundan kaynaklanıyor olabilir. Bir denemeydi ve sadece şiirle ilgiliydi. Okurken Bakire Meryem’den başka bir şey yoktu aklımda. Kaydı alırken hiçbir dekor kullanmadım. Gece çektim, odanın ışıkları kapalıyken. Yüzümü aydınlatan bilgisayarın ışığıydı. Üzerimde siyah bir T-shirt vardı. Mimiklerin bu kadar ön planda olmasının sebepleri bunlar aslında. Böylece yaptığımız işe çok uygun bir kayıt oluştu kendiliğinden. Mimiklerin ve vurguların ne derece etkili olabildiğini yaşayarak öğrendik. Aykırı ifadelerden yoksun olmasına rağmen mimik ve vurgu koordinasyonuyla şiirde yaratılan alaycılık anlamı saptıran bir hissiyat uyandırdı izleyenlerde. Tahrik edici olan buydu. Kelimelere giydirilen mimikler ve vurgular. Şiirimizin yeni (!) ziynetleri. Şehvet nesneleri.
Şiirin tekerlemelerden oluşması ise formun içeriği nasıl “hack”lediğini gösterebilmek içindi. Sondaki “arami bir bakire, kucağında yavru bir tanrı” mısrasına kadar pek bir şey yok. Bu mısra şiirin sebeb-i hikmeti. Bir Müslüman böyle söylemez. Hz. İsa için “tanrı” demez. Ama ben diyorum. “Yavru bir tanrı” şiirboyu devam eden tekerlemelerle uyumlu. Bakire, arami, yavru, tanrı. Nitekim devamında “hala Müslüman olduğumu” fakat “kafiyelerin beni dinden çıkardığını” söylüyorum. Aslında burada konu din değil. Fonetiği itibariyle şiirdeki aliterasyonla uyumlu olan “yavru bir tanrı” terkibini kullanarak “politik olarak doğru”yu değil, “poetik olarak güzel”i tercih ediyorum. Müslümanlık burada politikayı ve ahlakı ikame ediyor. Bir Müslümanın asla söylememesi gereken bir sözü, sadece kulağa hoş geldiği için, tamamen estetik gerekçelerle söyleyebiliyorum. Bakire Meryem’le birlikte ben, sanatsallığın küçümsendiği günümüz edebiyat ortamında etik karşısında estetik lehine pozitif ayrımcılık yaparak Türk şiirinin önceliklerinin neler olması gerektiği hususunda açık bir tavır aldım. Ve bunu yapılması gerektiği şekilde, sansasyon yaratarak yaptım.
Orospu Meryem’e gelirsek… Yine şiir tekniğiyle ilgili denemeler mevcut burada. Ancak bu, çok daha politik bir şiir- Açık bir iletisi var ve bunu önemsediğini belli ediyor. Öncelikle buradaki Meryem’in Hz. Meryem değil, Magdalalı Meryem olduğunu hatırlatmam gerek. “İlk taşı günahsız olanınız atsın”daki Meryem yani. Bedenini pazarlayarak geçimini sağlayan bir fahişe, Hz. İsa’nın takipçileri arasına katılıp sonunda azizeye dönüşüyor. Muhteşem hikaye! Bir fahişenin azize olması… Nasıl mümkün olabilir? Bu soruya cevap ararken iki şeyi esas (ss) aldım. Birincisi, klasik kartezyen ruh-beden ikiliği. Beden ve ruhun iki ayrı öze sahip olduğunu kabul edersek biri kirlenirken diğerinin temiz kalması mümkündür. Hatta bedenin kirlenmesi ruhu arındırabilir. Çektiği fiziksel acıların insanı günahlarından arındırdığı düşüncesinin de arka planında bu kartezyen ikilik var. Eyüp Peygamber, ona reva gördüğü eziyete rağmen sessiz kalarak Tanrı’ya sadakatini ispatlamıştır. Bu bir imtihandır. Altın ateşte sınanır. Ya eriyip kaybolur, ya da kıymetlenir. Spartaküs’ün köle sahiplerine söylediği rivayet edilen “bedenimi satın alabilirsiniz, ruhumu asla!” sözü için de aynı şey geçerli. Bedenin esareti, ruhun direnişini kutlayan bir ‘şey. Magdalalı Meryem savaşmaktan hiç vazgeçmedi. Erkeklere bedenini açarken bile, temiz kalmanın bir yolunu bulmuş olmalı. Bu sorun öyle cinsel birliktelikten zevk alıp almamak gibi ucuz numaralarla kotarılamaz. Ahlak her şey gibi politiktir ve politika egemenlikle ilgilidir. Bedeni üzerinde erkeklerin kurduğu tahakküme karşılık Meryem de onların ruhlarına hükmediyordu. Evet, aşk. Birlikte olduğu erkekleri kendine aşık etmiş olmalı. Bence recm edilmesinin nedeni de buydu. Yeni bir egemenlik biçimi geliştirmişti. Magdalalı Meryem, tefecilerin iktidarını güzelliğiyle sarsan bir gerillaydı. Paranın her şeyi kuşattığı bir dünyada, ele geçirilmesi mümkün olmayan bir silaha hükmediyordu. Evet, aşk. Rahipler, politikacılar, askerler, imtiyazlı erkekler… Zenginliğin yarattığı tatminsizlik, derinleşen’ can sıkkınlığı… Rekabetin kötü tarafı bu. Kimin daha iyi olduğunu bilemezsin. İnsan ilişkilerini arzunun ve iradenin belirlediği bir yerde dışsal bir şey. Şans… Rastlantı… Kaza… Kader… (Ne dersen de!). Bireyselleşmiş toplumlarda birey olma, “biricik olma” hissini perçinleyen bireysel becerilerden çok bu “şey”dir. O bazen deha, bazen güzelliktir. Satın alınması mümkün olmayan. Bir lütuf. Armağan… (Potlaç: gönüllü kölelik) Meryem yattığı erkekleri -onlara- âşık olduğuna inandırmıştı. Bu onlara özel hissettirmiş olmalı. Tamamıyla yozlaşmış bir kentte “aşk” bulunmaz bir nimettir. Bir tür mucize ve bütünüyle rastlantısal. Meryem’in erkeklere yaptığı şeyi, Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesiyle karşılaştırabiliriz. Magdalalı Meryem, güzelliğini Mesiyanik bir güce dönüştürmüştü. Hz. İsa’dan farkı şuydu: İsa ölüleri dirilterek halkı seçilmiş olduğuna ikna etmeye çalışır; Meryem ise yattığı erkekleri seçilmiş olduklarına inandırır. Magdalalı Meryem bir anti-peygamberdir. Erkeklere başka kimsenin veremeyeceği şeyi lütfederek onları sonsuza kadar kendine bağlar. Potlaç: gönüllü kölelik. Peygamber havarilerini harekete geçmeye çağırır. Anti-peygamber kurbanlarını uyuşturur. Nasıralı İsa, şaraptır. Magdalalı Meryem, esrar.
“Orospu Meryem’’ kurmayı arzuladığım şiirin estetik yargısını net biçimde gösterdi. Türkçe’nin berraklığına sığındım. Kartezyen mantığı Türkçede kristalleştirdim. Şiirin tepki çekmesine neden olan kısım burasıydı daha çok. Özellikle “döl yutar” mısrası tepkilerin odağı oldu. Bunun pornografik, bir “teşhir” olduğunu düşünenler çoğunlukta. Seks sahnesinin tasviri söz konusu– doğru. Fakat yapmak istediğim şeyi daha iyi anlayabilmek için kesinlikle bir önceki mısrayla birlikte düşünmek gerekiyor. Önceki mısra: kül yutmaz. -kül yutmaz/ döl yutar- İki mısranın da yüklemi aynı, yutmak. Fakat birinde gerçekten yutmak kastedilirken, diğeri mecaz. “Beden” döl yutsa da “ruh” kül yutmuyor. Dışsal esarete karşı içsel direniş. Aynı yargı’’ şiirin sonunda tekrarlanır. -herkes onun içine akıtır kirini/ o dökmez kimseye içini- Yine benzer bir dil oyunu var burada. “Kir akıtmak”tan kasıt erkeğin cinsel birleşme esnasında kadının içine dölünü bırakmasıdır. “İç dökmek” ise mecaz bir ifadedir. Duygularını paylaşmak, dertleşmek anlamında kullanılır. (Kir) akıtmak fizikseldir. (İç) dökmek ise ruhsaldır. Magdalalı Meryem insanlara bedenini açsa da içini açmayarak ruhsal mahremiyetini koruyabildi. Bedeni orospu, ruhu bakireydi.
İşte bu!.. fahişenin azizeye dönüşmesindeki sır.
Meryem şiirlerinin politik ve poetik açıklamaları bunlar. -din sanatı ne ölçüde sınırlandıracak ne ölçüde serbest bırakacak- bu gerçekten netameli ve kolayca içinden çıkılması pek mümkün olmayan bir konu. Sanatçı kendine sansür uygulayamaz, çünkü özgürlük falan fistan gibi bohem zırvalara bel bağlamak bir Müslümana yakışmaz. Sanatçının yeri yurdu olmaz, o göçebe bir ruhtur lafları da bir o kadar saçma ve alçakça. Sanatçı insandır. Her insan gibi ilkeleri ve kendini sorumlu hissettiği bir kamu vardır. Politikacılarımızın söylemekten pek hoşlandığı “sermayenin vatanı olmaz” sözü doğrudur. Ama sanat vatansız değildir. Bir para birimi küresel olabilir, evrensel olamaz. İyi sanat evrenseldir- sanatı evrensel yapan bir toprağa’ kültüre olan sadakatidir.
-Fıkhi kaideler mi yoksa kamusal hassasiyetler mi?- Sanata ve şiire hudut çizme hakkı kimin elinde (?) Klasik fıkhı kıstas alırsak divan ve halk şairlerinin kahir ekseriyetini tekfir etmek zorundayız- mücbir sebeplerle. Fıkhi kaideleri göz ardı etmişken kamusal hassasiyetlere paye vermek bana açıkçası şirk “gibi” geliyor. Ayrıca her ne kadar halkıma karşı sorumlu hissetsem de ben bir şairim’ avamın hassasiyetleri beni bağlamaz. Bakire Meryem’de küfür addedilecek hiçbir şey yok. Hz. İsa için kullandığım “tanrı” sözü sonraki mısrada açıkça yalanlanıyor. Magdalalı Meryem ise zaten İslam’da yok. Yine de Meryem isminin Orospulukla bir anılmasından rahatsız olanları anlıyorum. Benim adım Muhammed Enes. Ama Muhammed ismini kullanmam, çünkü ailem bana hep Enes diye seslendi. Bağırdı demek daha doğru olur belki. Bilmem anlatabiliyor muyum. İnşallah anlatabiliyorumdur. Anlaşılmaya ihtiyacım var.
Biz şairler “halk içinde, halkla birlikte, halk üstüyüz.”