Baskı sanatı, sert kalıplara işlenmiş sembollerin izini yumuşak bir madde üzerine çıkarmaya dayanır. Tab etmek olarak da adlandırılan bu işlemin kağıtla ilişkisi yaklaşık 1500 yıl önce Çin’de başlamıştır. Japonya ve Kore gibi ülkelerin de baskı alanında gelişmelere dahil olduğunu ve onları takiben Uygur Türkleri’nin 9. yüzyılda Çin etkisiyle ağaç harfler kullanarak baskı ve kağıt imaline katkı yaptıklarını söylememiz gerekir. Başlarda tek yaprak kullanılırken devamında blok baskı modeli uygulanmış ve zamanla halihazırda da kullandığımız “müteharrik” basıma geçilmiştir. Kelime itibariyle “devingen”, “hareketli” ya da “yer değiştirebilen” anlamlar taşıyan müteharrik basımın öncüsü kabul edilen Gutenberg’in 1440 yılına tekabül eden bu modelin farkı ise ağaç yerine madeni harflerin kullanılmasıdır.
Avrupa ve Asya’da gelişim gösteren matbaacılığın 15. yüzyıl sonralarında Osmanlı’da faaliyet gösterilmesini sağlayanlar da yine Avrupalılardır. Nitekim İspanyol Yahudilerinin Avrupa’dan İstanbul’a ilticası etken unsurlarken daha önemli bir yerde tutulacak esas gelişmeler Rum ve Ermenilerin burada kendi matbaalarını kurmalarına dayanır. O tarihlerde Basmacı İbrahim Müteferrika da matbaa faaliyetlerine girişmiştir.
Müteferrika matbaasında çıkan ilk kitabın resmi tarihi konusunda muhtelif açıklamalar olduğunu biliyoruz. Fakat kaynaklar arasında en ikna edici bilgi, Yahya Erdem’in Mütefferika’nın İzinde: Kitap ve Matbuat Tarihi Yazıları adlı kitabında yer almaktadır. Haziran 2021’de Ötüken Neşriyat’tan çıkan kitaptaki yazıların neredeyse tamamı, 1993’ten itibaren Müteferrika Kitabiyat Dergisi’nde yayımlanmış olduğunu ve çok yakın zamanda gözden geçirilip kitaplaştığını hesaba katınca bunu, konunun en güncel hali olarak kabul edebiliriz. Yahya Erdem, Müteferrika Matbaası’ndan çıkan ilk kitabın resmi tarihini 31 Ocak 1729 olarak belirler. Bu tarihten 20-25 yıl sonra basılan Almanca bir kitapta, matbaa teçhizatları içinde Basmacı İbrahim’le beraber 5 kişinin de yer aldığı bir resimden bahseder. Tarif ettiği resmin yer aldığı kitap, 1735’te basılmış ve ona göre çalışanlara direktiflerde bulunan arkası dönük kişi İbrahim Mütefferika’dır.
Aslında ilk başlarda yalnızca bir söyleme dayanan bu bilginin doğruluğu, bahsettiği kitabın künyesinde yatıyor. Kitabı sadece görmüş ve künyesini alma şansı olamamış. Resme dair bilginin, Müteferrika hakkında yazılan yerli-yabancı kaynakların hiçbirinde yer almadığını söyleyen Erdem’in bu bilgiyi doğrulatabilecek tek dayanağı ise –maalesef- söz konusu tarif olmuş. Erdem, 2011 yılında Müteferrika Dergisi’nde bahsettiği resmi, Orlin Sabev 2018’de Waiting For Müteferrika/Glimpes of Ottoman Print Culture[1]Çevirisi henüz yapılmayan kitapla benzer başlığı taşıyan ve İbrahim Müteferrika ya da İlk Osmanlı Matbaa Serüveni adıyla Yeditepe Yayınevi’nden başka bir kitap vardır. Ama burada … Continue reading adlı kitabında kullanıyor.Tabi, bu başka bir mesele.
Yazı, asırlar önce, nasıl ki kâğıt üzerinde mucizevi bir değer taşıdıysa ve günden güne değişerek basıldıysa bugün o kadar olağan karşılanıyor. İtiraz gerektiren bir şey söylemedim, evet. Daha doğrusu yazının hiçbir yerinde itiraz almak için bir şey söylemeyeceğim. Çünkü savunduğum şey de -en az- İbrahim Müteferrika’nın 1729’da bastığı Vankulu Lügati’ni kâğıda basması kadar olağan.
İşte burada, metnin otoritesini konuşmak gerekiyor. Teknik imkanlara göre değişkenlik gösteren yazının kağıttaki teşekkülü de paralel olarak farklılaşıyor. Eskinin “mütehharik” kavramıyla karşıladığı blok halindeki kitap sayfalarının bir cildin tahakkümünde olduğunu biliyoruz. Fakat bir yandan bu kavramın –her ne kadar çok kullanılmasa bile- anlam değiştirdiğini de söyleyebiliriz. Bu durumda kâğıdın kendisi değil; “tab edilen” yazı devingenleşiyor. Mesela Ahmet Haşim’in 1921 tarihli “Kış” şiirinin kâğıt üzerindeki duruşuna bakalım.
“İzaha hacet yok.” Haşim, şiirindeki “ziyade”leri sadece kağıt üzerinde gösterebilirdi ve bu sadece matbaanın gelişmesine bağlı bir gelişme değildi. Dolayısıyla bunu, edebi üretimin metin bağlamında bir sürecin ürününe dönüşmesi şeklinde okuyabiliriz. Bu dönüşüm, zamanla “somut” ya da “görsel” kavramlarıyla düşünülüp kabul edildi ve sayı bakımından çokça örneklendirildi. Burada da Behçet Necatigil’in 1975 tarihli “Kareler Aklar” kitabındaki Hece Okumak (1971) şiirine bakalım.
Okunduğunda içerik de manidar geliyor. Özellikle seçtim (😊). “Bir şey bizden değişmez kâğıtta” (😊). Öyle mi gerçekten?
Somut/görsel şiir, varlığını sürdürmekle kalmayıp halihazırda klişeleşmiş durumdadır. Klişe derken, amacım yermek değil. Doğru yerde ve zamanda kullanıldığı takdirde klişeler elbette değerlidir. E ama yazı hareket ettikçe kâğıttan taşmaya meylediyor? Hayır, kâğıt yetmiyor demiyorum. Yazı eksik kalıyor da değil. Peki, öyleyse ne? Şöyle de sorabilirim: Yazı izi, telaffuz izine karışmış diyebilir miyiz? Diyebiliriz. O zaman son soruyu göz kırparak sorayım: Kameranın arkasında mıyım yoksa önünde miyim?
Dipnot
1 | Çevirisi henüz yapılmayan kitapla benzer başlığı taşıyan ve İbrahim Müteferrika ya da İlk Osmanlı Matbaa Serüveni adıyla Yeditepe Yayınevi’nden başka bir kitap vardır. Ama burada konusu geçmemektedir. |
---|