menu Menü
Logo Yengi Mecmua

Sahra-yı muhabbetde o divanelerüz kim

Mecnun-ı melametzede en akilimüzdür



SÖYLENİLENDEN OKUNANA ŞİİR Önceki Sonraki

MURADIMIZA BİR KAMERA

Sözü, güzel söylemekle başladı hikâye. İster sanatkar olsun isterse avam; dilini süslemeyi keşfettiği andan itibaren bundan hiç vazgeçmedi ve kendisiyle beraber sözünü de geliştirip değiştirdi. Kalanlar, sözleriyle kaldı. Unutulanlar, sözleriyle unutuldu. Hiç olmayanlar ise zaten sözü nasıl söyleyeceğini bilemeyenlerdi. Bu hikayede, kimi kağıtla zafer kazanırken kimiyse kağıda yenildi. Kazananlar, sözüne muktedir lüzum görmeyenlerdi. Onlar erdi muradına, biz çıkalım kamera karşısına.

Girizgahtan anlaşılacağı üzere yazım, söz söylemeye dair birtakım hesaplaşmaları konu alacak. Kullandığım ifadeler üzere fark edilecektir ki bu konudaki keskinliğim, uysallığımdan öte değildir. Tabii, bu demek değildir ki uysallığım kadar keskin değilim! Arkadaşlarla, var olan bir şeyi harekete geçirmenin ilk adımını atmanın heyecanı ve şımarıklığını yaşıyoruz. Ortak ve bize göre makul bir fikir sunacağız sizlere. Alan alacak, almayan almayacak. Teklif var, tehdit yok.

Önce düşünce vardı. Düşünce, söz oldu ve birden yazı çıkageldi. Peki, sonra ne oldu ya da ne oluyor? Her alana uyarlanabilecek bu soru işaretinin, öykü hususu kabilinden bir cevabını bulmaya, bulamazsam şayet, başka soru işaretleri oluşturmak adına yazımın odağını yavaş yavaş açığa çıkarmaya çalışacağım. Çünkü, sorulunca bir anda söylenemeyen konulardan biriyle karşı karşıya olduğumu ve uzmanlık alanım olmadığını biliyorum. Fakat yine de tutarsızlıklardan olabildiğince kaçınarak fikir beyanında bulunacağım. Başlayalım.

Sözlü ve yazılı kültür ayrımı, düşüncenin ve dolayısıyla anlatımın değişen şekliyle ilgidir. Tahkiyeye bağlı bütün türlerin akıbeti de buna bağlı olarak yön aldığı hesap edilince yalnızca konuşularak anlatılan hikâyelerin mağlubiyetini matbaa ve yazı üzerinden daha rahat konuşabiliriz. Yazıya varmadan ve sonrasında biçimsel anlamda zaten şiirin tahakkümü altında sayılan hikaye, gerçek anlamda kaybını ise modern öykünün karşısında almıştır. Biri yazıyla kaybedip diğeri yazıyla var olsa da bu sefer şiirden kurtulanın, kağıda bağımlı hale geldiğini söyleyebiliriz. Ancak, dünün kültürünü bugüne taşıyan hikayelerle karşılaşıldığında öykünün kısır döngüde olduğunu konuşmaktansa geleneksel anlatıya mecburi dönüşten bahsetmek gibi gafletlere düşülüyor bu günlerde. İlgili konuya cevap mahiyetinde kısa bir açıklama yapıp yazıyı biraz daha genişleteceğim: Düşünüldüğü üzere öykü, “modernist bir tür” olduğu için gelişemiyor ve dolaylı olarak geleneksel tahkiyeye evriliyor değil; anlatım bakımından yazının yani, matbaanın yetersizliğinden ötürü görsele/dijitalleşmeye yönelik dönüşümlü tahkiyeden söz edebiliriz ancak. Metni, kağıtla veya yazıyla düşündükçe elbette geleneksel anlatıma dönüşten de bahsedebiliriz. Ama metni, sosyal ağlarla ele aldığımızda tahkiyenin eşzamanlı bir gelişim içerisinde olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Böylelikle tahkiyenin geriye dönük tekrarından bahsedemeyiz. Ong’un deyimiyle “Matbaa, zamanla düşünme ve anlatım biçimine hükmetmekten bir türlü vazgeçmeyen işitsel üstünlüğün yerine, yazının başlattığı ama tek başına yeterince destekleyemediği görsel üstünlüğü geçirmiştir.” Yani burada da yeni bir muktedir demek erken olsa bile, göz ardı edilemeyecek yetkinlikte bir mecrayı hesaba katmak zorunluluğunu konuşmak durumundayız. Matbaaya veya yazıya karşı bir hesaplaşmadan bahsetmiyorum elbette. Yazıyla birlikte düşünülmesi icap eden bir eşzamanlı görsel ve sesli bir anlatımdan söz ediyorum.

Bu durumda, “konuşma dilinden yazı diline geçiş, aslında sesten görsel mekana geçiş demek olduğundan, matbaanın görsel mekan kullanımını etkilemesi, sorunun tek değilse de, en önemli odak noktasıdır” diyen Ong’un, anlatım yöntemine dair birtakım ipuçlarını verdiğini düşünebiliriz. Ong, konuyu yalnızca mekan bağlamında ele almışsa da esasında anlatıcı, yazar, atmosfer, zaman, mekan, kahraman vb. unsurların bütününde yeni bir arayışı gözetmemizin de önünü açtığı aşikardır. Öte yandan öykünün tasvirle ilişkisi üzerine ayrıca kafa yormamız da gerekecektir. Mesela, dünün tasviri sayfalar boyu sürerken günümüzde bazen tek kelime de gösterilmek/anlatılmak istenen için yeterli olabiliyor. Olabiliyor, evet. Yani yeterli değil. Çünkü mesele, geriye kalan tek kelimenin akıbetidir. Ona ne olacak?

Konuyu basit bir örnek üzerinden ilerletmeye çalışıp meramımı daha net şekilde açıklığa kavuşturayım.Yazılı öykü anlatıcısı kahramanın sokakta yürüdüğünü söylemeden/göstermeden mekân ve atmosfer yaratabilir mi? Hayır. Öyle ya da böyle mekana ve atmosfere hizmet edecek bir işaret olmak zorundadır. Peki, anlatıcının eline bir kamera verilecek olsa kahramanın sokakta olduğunu söylemesine gerek kalır mıydı? Yine hayır. Konuşma dilinden yazı diline geçiş, aslında sesten görsel mekana geçiş demek olduğundan, matbaanın görsel mekan kullanımını etkilemesi, sorunun tek değilse de, en önemli odak noktasıdır. Buradan bir bağlam oluşturacak olursak şayet, nasıl ki “yazıyla ‘kelimeler’ somut bir nesne görünümüne bürünür ve kelimeleri görsel işaretler olarak, şifre çözücü anahtarlar gibi algılar, metin veya kitap sayfasına basılan bu işaretlerle seyrediyorsa öykü, bu nokta yazılı kelimeler birer “artık” sayılır. Biraz açacak olursam; metin içerisinde tasvir edilen şeyler yazıyla birlikte suret kazanıyor. Yani denilebilir ki görsel unsurları hesaba katarak suret bulan şeyler yazıyla elde edildiğinde görseli, yazıya tercih ederken kullanılan kelimeler fazlalıktır. Ong’a göre geleneksel sözlü anlatımda da, geriye buna benzer en ufak bir artık kalmaz, birikim oluşmaz ve bir zamanlar dilden düşmeyen sözlü bir öykü artık anlatılmıyorsa, geriye sadece öyküyü dinlemiş birkaç kişinin içindeki aynı öyküyü anlatma yeteneği kalır. Bizim öne sürdüğümüz görsel ve sesli anlatımda da bir bakıma sözlü anlatım yönteminde olduğu gibi yetenek gerektiren bir durumdan bahsedebiliriz. Ancak, geleneksel anlatının aksine öykü, hafızalardaki yerini daimi olarak koruyabilir çünkü bu hafıza, insan hafızası değil; bilgisayar hafızasıdır. Bunun dışında sözlü anlatımlar, medya aracılığıyla üretilen öykülere nazaran “ömrü kısadır çünkü tekrarlanamaz.” Görsel kayıt bu açıdan da avantajlı görünüyor. Farzı misal, sevdiğimiz şarkıları nasıl döngüye alabiliyorsak, hoşumuza giden bir şiiri ya da öyküyü döngüye alma konforuna da sahip olabiliriz. Tabii bunu romantik bir istek veya geçici bir heyecana yoracak kimseler çıkacaktır. Ancak, yarın kendi kayıtlarını sosyal ağlarda paylaşacakları zaman ilk beğenenlerden olacağımdan kendilerini haklı bulmaktan başka bir argümana başvurmayacağımı şimdiden belirtmek isterim.

Önerdiğimiz yöntemin bir başka avantajı da aslında yalnızca bilinçaltından doğan metinlere karşın biraz da bilinç düzeyine çıkarılan ürünler vermeye yöneliktir. Bu yolla ürünün ortaya çıkış anı da gözlemlenebilir ve aslında eser üreten kişilerin yaratım sürecine şahitlik edilebilir. Burada, ilgili yöntemle yapılacak çalışmaların aslında matbaa ve yazıya bağlı metinlerden farksız olduğu kanaatimi söylemem yerinde olacaktır. Nitekim yazı ve matbaa, esas itibariyle sözün kendisini fiziksel bir alana yerleştirdiği gibi bizim görsel ve sesli biçimde icra ettiğimiz eserler de neticede yazıya aktarılmak suretiyle üretilecektir. Böylelikle olası çelişkileri de ortadan kaldırdığımızın önü de açılacaktır. Neden? Şöyle; yazılı harflerin sesleri, okurun zihninde canlandığı gibi bu harfler yalnızca işitilmeyip oluşturulan anlamla birlikte görsel birer etkileşim oluşturur böylece anlam yerini bulur. Biz, buna ilaveten yalnızca harf ve kelimeler aracılığıyla zihinde tasavvur edilen öykünün görsel ve sesli anlatı sayesinde hem bizzat seslerin duyulabilirliğini hem de mekanların dolaysız aktarımını gösterebileceğimizi ispat etmeye çalışacağız. Böylelikle görsel ve sözlü anlatımın “hem kelimenin yazıyla başlayıp matbaayla pekiştirilen bağlarını güçlendirmiş hem de bilincimizi” bir bakıma sözlü kültür anlayışıyla ilişkilendirmiş olacağız. Daha net bir ifadeyle söyleyecek olursam; mevzubahis aktarım biçimi, eski olana saldırmak ve matbaaya savaş ilan etmek niyeti taşımamaktadır. Aksine, tüm olanakları bir arada düşünüp pekiştirmenin “doğal” ifadesini yakalamak gayesini taşıyoruz. Siersema’nın, “İnsanların yaşadığı her yerde dil vardır; dilin kullanıldığı her yerde de konuşulduğu ve işitildiği için dilin temelini ses dünyası oluşturur.” ifadesindeki “ses” vurgusunu da düşünerek söyleyecek olursam, aslında sesle birlikte mimiklerin de aktifleştiğini ve hatta anlatım esnasında icracının, -yazıda yalnızca dokunma ve görme duyularını kullandığı hesap edilirse- koklama ve işitme duyularının da işlev kazandığının farkına varılacaktır. Öte yandan, sözlü anlatım ile görsel ve sesli anlatım arasındaki kurgu ayrımında olay ve durumlar aktarılırken dış dünyanın hikayelere tesiri bakımından farklar gözetildiği taktirde, ilkinde hem anlatıcı hem dinleyiciler için mekan unsuru ses, el kol hareketleri ve mimiklere nazaran pek de odak noktası olduğu söylenemez. Fakat görsel ve sesli anlatımda mekan unsuru, en az ses, hareketler ve mimikler kadar önemlidir diyebiliriz. Böylece Ong’un deyimiyle, bu yöntemle “her yeniliğin neden ve sonucunu sözlü anlatımdan yazılı anlatıma geçişe indirgemeyi değil, konumuzu oluşturan bu geçişin yalnız bazı etkilerini”nin olabileceğini göstermeye çalıştığımızı ifade edebilirim.

İnsan bilincinin aşamaları içerisinde görsel ve işitsel unsurları hesaba katmamak şüphesiz eksikliktir. Bilincin, duyular aracılığıyla harekete geçtiğini doğrularsak, hafızanın da bu yolla kayıt işlevini değiştireceğini düşünebiliriz. Teklif ettiğimiz husus ise tam olarak bu duyarlılıkla alakalı olduğundan dolayısıyla kaba duygunun ötesinde bir hareketlenmeden söz etmiş olacağız. Bunun yanı sıra icracının konumlandığı noktada duyularını aktif bir şekilde kullanması önemli bir hal almaktadır. Örneğin eşzamanlı bir anlatıda öykücü, anlattığı hikayede sadece gözlerini ve ellerini değil, kulaklarını, burnunu ve hatta dilini dahi aktif bir şekilde kullanabilecektir. Bu yolla, hafızanın yeniden şekillendirilmesinin yolu açılırken aynı zamanda duyuların algılama süresi de kağıda nazaran azalacaktır diyebiliriz.

Yazımızı neticelendirmeden önce birkaç ilave yapmam meramımızı anlamak adına faydalı olacaktır. Sözlü kültür, anlatı mevzusunda tek başına yeterli olmayacağı gibi matbaa ile anlatının zirvesine oturan yazılı kültür de –her ne kadar vazgeçilmez görünse dahi- halihazırda görsel ve ses unsurları olmadan daima eksik kalacaktır. Her biri kendi içerisinde ayrı değerle addedilebilecek bu mevzubahis yöntemler, ancak bir arada işlev kazanırsa yeni bir şey söylenebilir. Burada, yöntemler arasında muktedir arama niyetinde olmadığımız gayet açıktır. Ne geçmişten kopuk, ne bugüne tümden bağlı ve hiçbirimizin kaçamayacağı kameralara da hepten sarılmadan devam edecek yeni bir serüvenin peşindeyiz.

Sonuç itibariyle, her yöntemde olduğu gibi yeni bir söz söylemenin alternatifini arıyor oluşumuzun çıktıları niteliğinde okunabilecek bu atılım, birilerini buna ikna etmek ya da olması gerekenin kesinkes bu şekilde gayesiyle değil; yeni bir sözün, var olan imkanları harekete geçirmekle söylenebileceği inancıyla yapıyoruz.

Sözü, güzel söylemekle başlayan hikaye; güzel söylemeye talip kimselerle devam eder. Biz, dilini süslemeyi keşfedenlerdensek şayet kendimizle beraber sözümüzü gelişitirip değiştirmeye muhtacız. Kalırsak, sözlerimizle kalırız. Unutulursak, sözlerimizle unutuluruz. Hiç olmayanlardan olmamak gayemiz. Bu hikayeye yeni bir zafer gerek. Muradımıza bir kamera gerek.


Önceki Sonraki

keyboard_arrow_up