“Önce söz vardı.”
Yazıya, başlığı izah ederek başlamak istiyorum. Başlıkta kullandığım İslam geleneğinde kayıt ifadesi kaydın bir alt dalını ifade eder gibi görünebilir. Ancak kaydın bir alt kümesi olmaktan ziyade bu ifade, kaydın bir kültürde ortaya çıkışını gösterir. Sözlü ve yazılı kültürün kaydı, İslam geleneğinin kaydından ayrışmaz. Dolayısıyla kaydı, kayıt olması yönüyle İslam geleneği belirlemez. İslam geleneği var olan kayıt yöntemlerine eklemlenir veya halihazırdakileri güçlendirir. Dolayısıyla İslam geleneğinde kayıt derken erken dönemi, yedinci yüzyılın ilk yarısını hedef alıyorsak eğer, yedinci yüzyılda Arap yarımadasında kayıt demiş oluyoruz aslında.
İslam geldiğinde Araplar yazıyı pek bilmezdi. Sözlü kültürün hakim olduğu bir coğrafyadaydılar. Yazı ile araları pek yoktu. Ancak yazıyı bilmemeleri ondan tamamen habersiz oldukları anlamını da taşımıyor. Zira Cahiliye Arapları kendileriyle etkileşime geçtikleri Hıristiyan ve Yahudilerin kültürlerini biliyorlardı. Dolayısıyla onların yazı ve kitap ile ilişkileri üzerinden kitap ehli olmayan Araplar da kitap ile ilgili bir fikir sahibiydiler. Bu bilgiler doğrultusunda yargımızı daha isabetli kılacak olursak, Araplar yazıyı doğrudan bilmezler ve kullanmazlardı ancak dolaylı olarak yazı, zihinlerinde bir yere sahipti. Bununla beraber diplomatik işlerde kullandıkları kişiler olsun, bilgin kimseler olsun toplumda yazıyı bilen birtakım insanlar da vardı. Burada bir parantez açalım, toplumda yazıyı bilen insanların bulunmasının, yaşam tarzını ve kayıt vasıtasını doğrudan etkileyen bir şey gibi algılanması bizi hataya sürükleyebilir. Zira ortada yaygın olmayan, sıklıkla kullanılmayan ve hatta pek ihtiyaç da duyulmayan bir vasıtadan söz ediyoruzdur.
İslam geldikten sonra her alanda olduğu gibi kayıt alanında da değişikler oldu. İslam gelir gelmez yazıdan söz etti. Okumadan, yazmadan, kalemden ve kitaptan bahsetti. Yazılı bir kaydın aktif olarak belirleyici rol oynaması Müslümanların ihtiyaç duyduğu bir şeydi. Kutsalın zarar görmesi endişesiyle dönemin imkanları doğrultusunda en sağlam ne şekilde korunabilirse bir bilgi, o şekilde korumaya çalıştılar. Buna rağmen gerek Kur’an’ın korunmuşluğu gerekse hadislerin aktarımı hususlarında hafızaya ve sözlü aktarıma güvenin hakim olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Bu, onların sözle aktardıkları bilgileri yazmadıkları anlamına gelmese de hakim olan anlayışın daha çok sözlü anlam aktarımına dayandığı gözlemlenebilir.
İslam geleneğinde kayıt meselesi çok uzun, çetrefilli ve zaten kısa bir yazının sınırlarını hayli aşan bir konudur. Şimdi yazıda ele almak istediğim konuya geçiş yapayım ki bu, başlığın ikinci kısmının izahı demektir.
Kur’an’da marife olarak el-kitab veya nekira olarak kitab kelimeleri çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Birçok anlamda veya birçok kelimenin yerine kullanılabilen kelimelere zü-vücuh kelimeler denir. Kitab kelimesi Kur’an’da bazen yazılan-mektub, bazen delil-hüccet, bazen Tevrat, bazen Kur’an, bazen Levh-i Mahfuz ve dahi başka anlamlarda da kullanılmıştır. Ke-te-be fiilinin masdarı olan kitab, fiâl veznindedir. Bir şeyi bir başka şeye bağlamak anlamına gelir. Muhtemel ki bu anlamdan yazı yazmak anlamı doğmuştur. Yazmak yani harfleri birbirine, çizgileri, hatları birbirine bağlamak. Yazı, bir araya toplamak da demektir. Yazılanlar bir araya toplanır, kaydedilir. Yine buradan kaynaklı olsa gerek Araplar asker topluluğuna “ketibe” derler.
Kitab, kitabet, ketb, ketebe gibi kelimelerin yazı ile bağlantısını tartışmak abestir. Muhakkak bu kelimeler yazı ile ilişkilidir. Ancak bu durumun istisnası olabilir mi? Yazıda biraz da buna değineceğim.
Yazıdan maksat birtakım bilgilerin veya manaların zapturapt altına alınmasıdır. Dolayısıyla maksat kayıt altına almaktır. Bu yönüyle kitabetten murat maksada yönelik okunduğunda kayıt da olabilir. Levh-i mahfuz örneği buna delil olabilir. Her ne kadar levh-i mahfuzu müşahhas, somut algılayanlar olmuş da olsa hakim kanıya göre levh-i mahfuzun neliğini bilmek zordur. Levh-i mahfuzun müteşabih olması hasebiyle neliğinin kavranamaması ona dair tahmin yürütülmeyeceği anlamına da elbette gelmez. En azından insan, onu anlamaya ve zihnine yaklaştırmaya çalışır.
Hidayet Aydar’ın da değindiği üzere Kur’an’da kitab kelimesi soyut kavramlar için de kullanılmıştır. [1]Hidayet Aydar, Kur’an’da Kitap Kavramı ve Bir Kitap Olarak Levh-i Mahfuz Bazen kitaptan kasıt elle tutulur, gözle görülür bir kitap olmayabilir. Bazen kitap, bizim bilmediğimiz bir tür kaydı işaret eder. Bu hem levh-i mahfuz için hem de insanın sağında ve solunda bulunan yazıcı meleklerin kaydı için geçerlidir. Bunların ne ile, nasıl, ne kadar, ne şekilde, nerede kaydedildikleri hakkında kesin bir şey söylenmesi mümkün değildir. Ancak her birinin bir kayıt olduğu muhakkaktır. Şah Veliyyullah Dihlevi Huccetullah’il-Baliğa’da levhin müşahhas zannedilmemesi, bilinen kayıt vasıtaları ile karıştırılmaması gerektiğini belirtir. Hatta bilgilerin levhte bulunuşunu, Kur’an’ın hafızların ezberinde bulunmasına benzetir. Yani onu, yazı dışında bir kayıt ile açıklamıştır ve dahi hafızların ezberlerini de doğrudan bir kayıt vasıtası olarak algılamıştır. Levhi anlamak için de bu tarz bir misale başvurmuştur. Bununla beraber levhi, Elmalılı gibi somut algılayanlar da elbette olmuştur. Ancak Hidayet Aydar da makalesinde bugünün kayıt vasıtalarının dahi levhin algılanmasını kolaylaştırdığını itiraf ederek levh-i mahfuzun dönemin bilinen kayıt türleri dışında bir kayıt olduğunu söyler.
Dikkat çeken bir başka husus, Kur’an’da kitabı tilavet edenlerden söz edilmesidir. Fatır suresi 29. ayette Allah’ın kitabını tilavet edenlerden söz edilmektedir. Oysa ortada bugün bizim anladığımız şekliyle bir kitap veya yazılmış mushaf var mıdır? Varsa dahi tilavet edenler bu yazıdan mı tilavet etmektedirler? Ancak mevcut olan vahyin okunması, tilaveti ve dolaylı olarak da aktarımı bu yöntemle de kabul edilmiş görünmektedir.
Dipnot
1 | Hidayet Aydar, Kur’an’da Kitap Kavramı ve Bir Kitap Olarak Levh-i Mahfuz |
---|