menu Menü
Logo Yengi Mecmua

Sahra-yı muhabbetde o divanelerüz kim

Mecnun-ı melametzede en akilimüzdür



Önceki AK Sonraki

ŞİİR ÜZERİNE YARGILAR 1

Lautréamont, “Şiir üzerine yargılar, şiirden değerlidir” demiş. Giorgio Agamben bu cümleyi kitabında alıntıladıktan hemen sonra sert biçimde eleştirmeye başlar. [1]Giorgio Agamben, İçeriksiz Adam, Monokl Yayınları, 2019. “Aslında, Lautréamont’un sözü ile Hegel’in Estetik Üzerine Derslerin girişinde, kendi çağında sanatın yazgısı … Continue reading

Ona göre bu söz modern insanın sanat konusundaki sapmalarından biridir. Kant, Hegel, Descartes gibi modern kavrayışın temellerini atmış filozoflardan örneklerle de bu görüşünü güçlendirir.

Bu yazı dizisine başlarken, Lautréamont’un aforizmasına en az Agamben kadar şiddetle muhalif olduğumu belirtmek istiyorum. Açıkçası yazacağım bütün yazıların toplam kıymetinin iyi bir mısranın değeriyle boy ölçüşemeyeceği inancındayım. Yine de bu yazıları yazmak zorunda hissediyorum.

En zor ve en kolay şeyle başlamam gerek: Kendi şiirimden söz etmek. Şiir üzerine söylemek istediklerimi bir bütünlük içinde aktarmanın ancak bu yolla mümkün olduğunu düşünüyorum. Zira ben eleştirmen, teorisyen, kuramcı falan değilim. Şairim. Dolayısıyla şiir hakkında vardığım herhangi bir yargının kendi şiirimdeki tezahürünü gösteremediğim sürece tutarsız bir pozisyona mahkûm kalmış olurum. Bu mahkûmiyeti reddettiğim için, kendi şiirimde adımlarımı hangi yönde atıyorsam şiir ile irtibat kuran herkesi aynı istikamete davet etmek istiyorum.

Benim şiirlerimi asgari bir dikkatle takip edenlerin gözünden kaçmayacak şeylerden biri, ahenk ve iç müziğin her şeyin önünde yer aldığıdır. Bunu söylüyor olmamın komik bir tarafı var esasen. Çünkü: -Ya ne olacaktı? “De la musique avant toute chose” dememiş miydi Paul Verlaine? Ama işte gelin görün ki son birkaç asırda şiirin, bütün dünyada bu vasıflarını giderek kaybettiğini görüyoruz.

Şiirin dil oyunlarına, kuru ahlaki ve politik söylemlere, mizah ve ironiye terk edildiği bir çağda; hâlâ ahenk ve musiki sahibi bir şiirin şairiysem elbette bunu bir övünç olarak zikrederim. Ancak bu övünce -ağız alışkanlığıyla değil de gönül rahatlığıyla- şiir diyebileceğimiz her sözün sahip olması gerektiğini unutmayalım. Zira şiir, evvel emirde bizim ‘estetik duygumuzu’ hem doyurmak (tatmin) hem de geliştirmek (besin) üzere vardır. Ahmet Haşim şöyle söylüyor:

Her şeyden evvel şunu itiraf edelim ki, şiirde mânâdan ne kastedildiğini bilmiyoruz. “Fikir” dedikleri bayağı mütalaalar yığını mı, hikâye mi, mazmun mu; ve “vuzûh” bunların âdi idrake göre anlaşılması mı demektir? Şiir için bunları elzem addedenler, şiiri, tarih, felsefe, nutuk ve belâgat gibi bir sürü söz sanatlarıyla karıştıranlar ve onu asıl çehre ve alâiminde seçip tanımayanlardır … Halbuki şair ne bir hakikat habercisi, ne bir belâgatli insan, ne de bir vâzı-ı kanundur. Şairin lisanı “nesir” gibi anlaşılmak için değil fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, mûsikî ile söz arasında, sözden ziyade mûsikîye yakın mutavassıt bir lisandır. [2]“Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar” yazısından.

Haşim’in dediklerine bakarsak müzik meselesinin yanı sıra bir de “mânâ” sorunsalı çıkıyor karşımıza. Bu zor bir konu. Çünkü hakikaten anlam dediğimizde neden söz ettiğimiz meçhul. Şunu netleştirelim: şair, bize bir şeyler anlatmak çabasına koyulduğu anda şiirin dışına düşer. Zira anlatmak dediğimiz şey; hazır bir yargının karşı tarafa iletilmek maksadıyla dile dökülmesi demektir. Oysa şiirin şiirden bağımsız bir “öncesi” yoktur. Yani şair, önce şiirin dışında bir kavrayışla bir yargıya varıp, sonra onu şiir formuna büründüremez. Şiir, şairi için dahi sürprizdir.

Şimdi ister istemez başka bir tartışmanın eşiğindeyiz. Madem şiirin dışında kalan kavrayış biçimlerinden şiire doğrudan uzanan bir yol yok, o halde şiirin kendi kavrayış yolu nedir? Şiir, şaire nereden ve nasıl gelir? İlham diye bir şey gerçekten var mıdır?

Bu soruları cevaplamak noktasında yine kendi şiirime müracaat etmek dışında bir çare görmüyorum. Paul Valery şöyle der:

İlk dize Tanrıdandır.

Ben bunu kendi şiir yolculuğumda daima tecrübe ettim. Bir ilk mısra, bir ses, bir kıvılcım yakalamadan başlamadım hiçbir şiire.

Sorun şu ki ilhamı tarif etmek, tutarlı bir tanıma kavuşturmak kolay iş değil. Şiirin Tanrıdan, meleklerden yahut şeytanlardan geldiğine inanmak ne olursa olsun bir itikat meselesi. Böyle bir yazıda bunu tartışmak, hele ki ispat etmek kabil değil. Aslında lazım da değil. Çünkü şimdilik karar vermemiz gereken şey yalnızca şu: Şiir dediğimiz şey; tutkuların, güdülerin, arzuların gölgesinde ve bir çeşit sarhoşluk haliyle, bir çeşit vecd/ekstase durumunda vücuda gelen bir şey midir? Yoksa birtakım rasyonel çabaların, entelektüel uğraşların sonucunda elde edilen bir “metin” mi?

Buraya kadar söylediklerimden anlaşılacağı üzere ben böylesi bir ayrışmada ilk zikrettiğim cephede konumlanıyorum. Karşı cephenin neferlerinin ise şiiri yüz seneyi aşkın bir zamandır; giderek daha dar, daha kısır, daha pespaye bir deliğe tıkıştırdıklarını düşünüyorum. Bu yazılara başlarkenki yegâne amacım ise; şiirin sıkıştığı, mahkûm edildiği bu delikten çıkabileceğine (çıkacağına diyemiyorum) ve bunun nasıl mümkün olduğuna dair fikirlerimi paylaşmak. Haa siz böyle bir tıkanmanın söz konusu olmadığını, şiirin takip ettiği yolun gayet “sağlıklı” olduğunu düşünüyorsanız bu yazıyı fazla bile okudunuz! Hemen sekmeyi kapatıp uzaklaşırsanız memnun olurum.

Şimdiye dek bu yazıda söylediklerim, herhangi bir meseleyi çözüme kavuşturmaktan ziyade, çözümlenmesi (belki daha da karıştırılması) gereken konuları-konu başlıklarını tespit etmek amacını taşıyor. Bu başlıkları derinleştirmek ise bu yazıyı takip edecek diğer yazıların vazifesi…

Dipnot

Dipnot
1 Giorgio Agamben, İçeriksiz Adam, Monokl Yayınları, 2019.

“Aslında, Lautréamont’un sözü ile Hegel’in Estetik Üzerine Derslerin girişinde, kendi çağında sanatın yazgısı sorununu ele aldığı noktada yazdıkları arasında ilişki kurarsak, sözün gizli anlamına yaklaşırız. O zaman şaşırarak fark ederiz ki Hegel’in vardığı sonuçlar, Lautréamont’unkilerden pek uzak olmadığı gibi, bizim o sonuçlardaki bir boyutu anlamamızı sağlarlar: Hiç de şimdiye kadar sandığımız kadar paradoksal olmayan bir boyutu.
… Aslında, eleştirel yargı, eserin gerçekliğini -dilsel yapısını, tarihsel boyutunu, içinden çıktığı Erlebnis’in özgünlüğünü, vb. ölçmek için hangi ölçüden yararlanırsa yararlansın, sonunda yaptığı, canlı bir beden yerine, ölü unsurlardan oluşmuş sonu gelmeyen bir iskelet serilmemekten ibaret olacak ve sanat eseri, bizim için gerçekten, Hegel’in sözünü ettiği o ağaçtan toplanmış güzel meyve haline gelecektir: İyiliksever bir yazgının gözümüzün önüne koyduğu, ama bize onunla birlikte ne onu taşıyan dalı, ne onu besleyen toprağı, ne onun özünü olgunlaştıran mevsim değişimlerini vermediği meyve. Yadsınmış olan şey, yargıda onun tek gerçek içeriği kabul edilir; onaylanmış olan şey ise, bu gölge ile örtülür ve sanatı değerlendirmemiz, zorunlu olarak sanatın unutulması ile başlar.”

2 “Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar” yazısından.


Önceki Sonraki

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İptal Yorum gönder

keyboard_arrow_up