menu Menü
Logo Yengi Mecmua

Sahra-yı muhabbetde o divanelerüz kim

Mecnun-ı melametzede en akilimüzdür



SABAH Önceki KARA KALPAKLI ADAM Sonraki

KIRILGAN BİR VİZÖRDEN

Doksanlı yılların ortaları Türk televizyonları için 4-5 saatleri zorlayan sabaha kadar devam eden uzun tartışma programlarının karşıt yorumcularını ağırlayacaktı. Aslında ABD, Fransa gibi ülkelerdeki (debate/débate) bir konseptin Türkiye uyarlaması olarak ortaya çıkan 32. Gün, Siyaset Meydanı, Ceviz Kabuğu gibi programlar bazen hüküm bazen ceza veriyor ya da ihbar ediyordu. 32. Gün programının muadillerinden ayrılan yönü ise gerek Çağdaş Türkiye Tarihi’nin kırılma noktaları olan askeri darbelere dair tafsilatlı belgeselleri gerekse de Hizbullah, PKK, Alevilik, Türkiye’de tarikatlar ve cemaatler, milliyetçilik ve şiddet, Susurluk ve kontragerilla gibi hassas konuları birinci ağızdan dinleme imkanı vermeseydi. Dönemin baskın politik ve ekonomik gücü olan Doğan Medya’nın kartel gücünü de arkasına alarak belli bir yayın vasatı oluşturan 32. Gün; Metin Toker’den Kenan Evren’e, Necmettin Erbakan’dan Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel’e kadar dönem ve hadiselere tanıklık eden asker, politikacı, yazar ve hatta illegal şahısları dahi ekrana çıkarabilmişti. Öte yandan bu tarafsız ve hayli sosyal demokrat dokumanter konsepti her ne kadar objektif olduğu iddia edilse de alt metin itibariyle tarafsız olmaktan son derece uzaktı. Elbette hiçbir metin/anlatı salt bir objektifliğe sahip değildir fakat taş atanı mücrim kurşun atanı mecbur gören ve göstermeye gayret eden bir anlatı, ahlakı değil kârı gözetmektedir.

1960, 1971 ve 1980 askeri darbelerine giden ya da götürülen süreçlere dair şahitliklere yer veren belgeseller askeri darbeleri esefle kınarken bu tarihsel dönemeçlerin ihtilalden gayrı neticeye varamayacağı imajını da maharetle ortaya koyar. Aslında mesele gösterilenden ziyade gösterilmeyen, söylenilenden ziyade söylenmek istenmeyende kitlenir. 27 Mayıs anlatısında öne çıkan husus ne cuntaların kendi arasındaki mücadele ne de gayri adil yargılama esasları idi. Mesele süreç içerisinde İnönü’yü aklama ve siyasi suçlarından arındırma diskurlarının bir benzeriydi. 27 Mart 1971 Muhtırası’nda ise sol cuntanın oluşumu, ihtarları ve icbarları sanki vakayı adiye idi. İrtica hortlayacaksa elbette devletluler silahın ucunu gösterecekti.

Burada bir parantez açmak gerekirse belgesellerin metin yazarlığını Can Dündar’ın yapmış olması, sosyal demokrat kisvesi giydirilmiş antisağcı bir perspektifin üstünü örtmekte zorlanıyordu. Türkiye’deki güçlü bir sermaye grubunun idaresindeki bir mecra ısrarla demokrasi savunuculuğu yapıyorsa bu mecrada demokrasi ancak Truva atı olarak kullanılıyordur. Kaldı ki demokrasinin de başkaca bir işlevi yoktur. Buradaki zafiyet erdemli görünen veya gösterilenin hakkaniyetsiz tutumudur.

1980 İhtilali’nde solun insani ve vicdani tarafı öne çıkarılırken milliyetçilerin komando kamplarındaki eğitimi öne çıkarılıyor; 1974 bombalı saldırısının, Bahçelievler’in, Maraş’ın üstünde durulurken solun silahlı eylemleri birer cümleyle geçiştiriliyor. Sokaklar adeta yurtseverlerin ve eli kanlı faşistlerin bölüşümünde zifiri karanlık ve kör edici aydınlık arasında bir yerde duruyordu. Buna ilaveten 28 Şubat, Türkiye’deki pek çok cephenin istimal ve suistimaline uğramışsa da failleri için 32. Gün kadar örtülü bir destek çıkmamıştır. Aslında bir zihniyet haritasını gösteren ilgili bölümler cuntanın aklı Doğan Avcıoğlu olduğu takdirde insafa geliyor ve fakat rejim aleyhtarı olan dini bir grupsa daha şedit ve rövanşist kesiliyordu.

Konu Hizbullah’a, Madımak’a ya da Çorum ve Maraş olaylarına gelince de ilgili söylem değişmiyordu. Müslüman bir özne politik aksiyon içerisinde yalnızca şiddet üreten ve provokatif tutum sergileyen bir çerçeve çiziyor. Her noktasında laisist örüntülere rastlanan program aslında endoktrinasyon aracı haline gelmiş televizyonun kimlik belirlemede otorite konumunda olduğu yıllardı. Bir hakem eşliğinde taraflı maçların idare edildiği program Bourdieu’nün Televizyon Üzerine kitabının doğrudan sonucudur. Neresinden bakarsak bakalım sermayenin büyük anlatısına uygun bir Türkiye’yi aklayan, uyduran ya da uygulayan yayınlar kavgada hem yumruk atıp hem de ayırmaya çalışan insanlara ne kadar da benziyor.

Türkiye’de devletin dini olup olmadığı tartışıladursun kameranın, kalemin ve sayfaların daima bir dini oldu. Aslına bakarsanız böyle bir yazıyı kaleme almak gönüllüsü olduğum bir iş değildi fakat görüntü kadrajın dışına taşıyorsa kurguya el atmak elzemdir. Bakalım kalem, kamera ve sayfaların dini ne olacak?

32. Gün Çağlar Ebubekir


Önceki Sonraki

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İptal Yorum gönder

keyboard_arrow_up