menu Menü
Logo Yengi Mecmua

Sahra-yı muhabbetde o divanelerüz kim

Mecnun-ı melametzede en akilimüzdür



ÜLKEMDE MÜLTECİ İSTEMİYORUM Önceki BİR KATİLİN DÖRT PARÇADAN MÜTEŞEKKİL SERGÜZEŞTİ  Sonraki

KAYIT MERKEZLİ OKUMA: TARTIŞABİLİYOR MUYUZ? HAYIR.

Muhammed Sarı’nın 14 Zilhicce 1445 tarihli, “Meseleleri Kim Konuşacak” başlığını taşıyan yazısında şu ifadeler yer alıyor:

Bugünkü uzaktan erişimli ve eşzamanlı iletişim teknolojisi hem eş-mekânlılığı ve yüz-eşleşmesini (yüzleşmeyi) gereksiz gösterdiği için hem de dinleme-anlama-cevaplama sürelerini minimuma indirdiği için sayısız hastalık üretmektedir. Söz ne kadar beliğ ve iktisatlı, görüntü ne kadar sade ve doğal olursa olsun dijital mecranın mantığına hizmet etmekten öteye pek geçememektedir.[1]Yazının tamamına buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.

Muhammmed Sarı, yazı boyunca gündemdeki münazara tartışmalarından da yola çıkarak dijital kültürün arızalarını, dijital kültürün sözcülerinin ne olduğunu/olması gerektiğini tartışıyor. Bir tür kayıt kültürü okuması yapıyor yani. Yukarıdaki alıntıda geçen “dijital mecraların mantığına hizmet etmekten öteye geçememek,” meselesini hayli önemsiyorum bu hususta. Çünkü bu durumda sözcü, ehil kişi olsa bile kendi ehliyetini ortaya koymaktan ziyade dijital kültürün mantığına meşruiyet kazandırarak sözcülüğünü muhafaza edebiliyor. Ancak bu durum; sözlü, yazılı, matbu, radyo ve TV kültürleri için de geçerli. Arada bir radyo dinleyen insan, radyo yayıncılarının hepsinin neredeyse aynı ses tonuna sahip olduğunu düşünebilir mesela. Bunun yanı sıra konuşulanların kıymetiharbiyesi hiçbir zaman değişmez radyoda. Tavır, davudi bir ses tonuna mütealliktir her zaman.

TV’deki tartışma programlarında yer alan birçok isim, yerini yeni isimlere bıraktı. Ancak söz konusu programlarda hiçbir farklılık göremedik, göremeyiz. Sözlü kültürde fıkralar yahut bilmeceler aynı somut düşüncenin ürünleridir. Bu nedenle, fıkra ve bilmecelerle avcı sezgisiyle ilgilenilir. Yazılı kültür mantığı, geometriyi vs. eklemiştir bu sezgiselliğe. İkisi arasındaki fark, kale kuşatan ve pusu kuran birlikler arasındaki fark gibidir. İfade etme ve anlatmaya dair olan bütün türler, kayıt kültürlerinin tahdidinden nasibini alır böylelikle. Bugün dergicilik yapan yayınevi sahibi bir şairin matbu kültürün mantığına hizmet etmekten öteye gidemeyeceğini de rahatlıkla söyleyebiliriz dolayısıyla. Böylelikle problemin, “kayıt kültürlerinin sınırlandırmalarından nasıl kurtulabiliriz?” sorusuna dair olduğunu söyleyebiliriz. Muhammed Sarı, meseleyi münazara bahsi üzerinden tartıştığı mezkur yazısında, “Başkalarına açıklama yapmaya vaktimiz yok, varsa bir kabiliyetimiz bunu kendimiz için bir değer üretmeye hasretmeliyiz.” ifadesinde bulunuyor. Temel çözümü vurguluyor yani.

Bu yazıyı Muhammed Sarı’nın yazısını tartışmak için yazmıyorum elbette. Tartışacağım konuya açılan en doğru kapının bu yazı olduğunu düşündüm sadece. Dijital mecralarda yürütülen Müslüman-kafir münazaralarının rezaletinden filan bahsetmeyeceğim. Bu mesele hakkındaki doğrular ayan kılınmış, kılınıyor. Ben yine kayıt kültürlerine döneceğim. Biliyorsunuz, tartışma sürecinin son evresinde sahaya mantıkçılar da indi. Bir tarafta dijital kültür piçi, bir tarafta sürekli olarak ağzından Gazali’nin ismini duyduğumuz mantıkçı. Ben meseleyi bu zaviyeden ele alacağım.

YAZILI KÜLTÜR VS. DİJİTAL KÜLTÜR

Münazaranın dijital kültür tarafında yer alan elemanı hakkında uzun uzadıya bir şeyler anlatmak istemiyorum. Çünkü bilgisizlik, bilgi kadar değişkenlik gösteren bir şey değil. Alim, onca bilgi arasında savrulabilir ancak cahil, zamanının popüler kültür klişeleri arasında hayat sürer, onun için şiddetli bir savrulma söz konusu olamaz. Meselenin mantık tarafına gelince… 

Söz, aktarılma aracına göre (köşe yazısı, stand up, bilmece) bir aktarım biçimiyle sınırlanır. Dolayısıyla kayıt türlerinin bir alt başlığı olarak kabul edebileceğimiz bütün aktarım biçimleri, kendine özgü bir ifade etme zorunluluğunu beraberinde getirir. Tarihte kayıt araçlarının değişimleri önemli dönüm noktalarıdır. Bu dönüm noktalarında eski kayıt kültürünün ürettiği zihin iktisadına paralel olarak ortaya çıkan düşünme biçimlerinin, yeni kayıt kültürlerine de taşındığını görürüz. Eski kayıt kültürlerinin zihin iktisadını yansıtan ve yeni kayıt kültürlerinde de kendilerine yer bulan bu düşünce biçimleri ve anlatılar, yeniden inşaları esnasında kazandıkları anlamlar itibarıyla üretildikleri toplumsal gerekliliklerden de uzaklaşırlar. Jack Gody, mantığı yazılı kültürlerin karakteristik özelliği olarak görüyordu. Ancak mantık elbette yazılı kültürde mahsur değildir.

Şuraya getireceğim lafı; yazılı kültür nasıl ki mantık gibi bir kavrayış ürettiyse ve bu kavrayış nasıl ki münazaralarda rakibi alt etmeye yönelik bir güç olarak kullanıldıysa, dijital kültür de kendine mahsus alt etme stratejileri geliştirdi. Ancak youtube kanalında yayınlanan malum münazaradaki iki taraf da rakibinin hangi kayıt kültürünün neticeleri/stratejileri doğrultusunda düşündüğünün ve zihinsel üretim yaptığının farkında değildi. Mesela mantıkçı taraf Kur’an’ı, Arapça olarak tecvidli bir şekilde okurken rakibi bunu mantıkçının “hava atması” olarak telakki ediyordu. Halbuki tecvidli okuma ya da ritmin, bedensel hareketlerin dahil olduğu verbomotor davranışlar, sözlü ve yazılı kültürlerde gözlemlenen temel davranış türleridir. Ve yazılı kültüre ait yazılı olup verbomotor bir davranışla icra edilen ifadeler, yalnızca görsel okumaya tabi tutularak anlaşılamayacak şeylerdir. Bu tabii yalnızca bir örnek.

Peki, mantık/yazılı kültür tarafının dijital iletişim tarafında ne gibi arızaları oldu, diye soracak olursanız… Mantıksal zeminde ve münazara veçhinde bir arızadan söz edemiyoruz. Ancak dijital iletişim stratejileri bağlamında olayı değerlendirdiğimizde sadece youtube yorumlarına bakarak dahi arızanın büyüklüğünü tespit edebiliyoruz. Yorumları yapanların kimliği, tahsili ve hatta gerçekliği önemli olmaksızın bunu açıkça itiraf etmeliyiz. Zira bu çocukları ikna eden başka bir şey var. Bir kere algoritma, bu çocukların önüne onları ikna edecek, etkileyecek şeyleri çıkartmak üzerine kurulu. Ve dijital bir mecrada bir meseleyi ele alıyorsanız bilmelisiniz ki muhatabınız karşınızdaki değil, algoritmanın sizi karşılaştıracağı herkestir. Dolayısıyla kafiri nerede muhatap aldığımız, onu nerede faş ettiğimiz de büyük önem taşıyor. Hele ki kafir, kafirin sermayesini arkasına almışsa…

Nasıl ki şiir, sözden metne, metinden baskıya, baskıdan içeriğe doğru evrilen bir tarih içerisinde var olduysa, münazaralar da buna paralel olarak evrimleşti. Dijital kültürde tartışacak kimselerin mutabakata varacakları bir zemin yok. Çünkü dijital evrende üreticiler, düşünsel verimleri tartışmaktan ziyade görünür olmayı dayatan bir algoritma içerisinde üretiyor. Böyle olunca tartışmanın öncesi ve sonrası için planlanan medya stratejileri, tartışma anı kadar önem taşıyor. Mantıkçıların dahil olmak isteyecekleri konular değil bunlar anlayacağınız… Tabii insan, keşke bu anlamda da güçlü olsalardı diye içinden geçirmiyor değil…

DÜCANE VS. KILIÇARSLAN

Bu yazıda, kayıt merkezli okumaya tabi tutacağımız tek tartışma yukarıda bahsettiğimiz münazara değil. Geçtiğimiz günlerde TRT’ye belgesel çekmiş iki isim de bir tartışmaya imza attı. Bu isimlerden biri radyo, televizyon ve sinema tahsil etmiş bir şair, diğeri ise filozof: İsmail Kılıçarslan ve Dücane Cündioğlu. Yazının devamında bu iki ismin tartışmasında kimin haklı olduğunu tartışmaktan ziyade bu iki ismin neden tarihin şu noktasında tartıştığını kısaca açıklamaya çalışacağız. Bunu yaparken, bu defa, medyanın insanlara ne yaptığına değil insanların medya ile ne yaptığına odaklanacağız.

İsmail Kılıçarslan da Dücane Cündioğlu da bugüne değin ekranda olma fırsatını her koşulda değerlendirmiş insanlar. Buradaki ekran kelimesini sadece dijital bir alan içinde düşünmeyin. Bütün kayıt sistemlerini (radyo, TV, matbu kayıtlar, sosyal medya…) içeren bir ekranda olma fırsatından söz ediyorum. Meselenin medya kullanıcılarının, pasif tüketiciler olmaktan ziyade üretken tüketicilere dönüşmüş olduğu noktada patlaması aslında birçok şeyi özetliyor. Şimdi gelin bu yarım özeti sarih kılmaya çalışalım. Ama öncesinde bu iki ismin de basit birer medya kullanıcısı olmadığını unutmamak gerekiyor.

Abartarak söyleyeceğim; gençlerin, birine amca birine dede diyebileceği yaşlara eren bu iki ismin çocukluğunu biliyoruz. Onlardan çok şey öğrendiğimiz yahut kendilerinden bir fayda hasıl olduğu için değil elbette. Kendilerinden elbette fayda hasıl olmuştur ancak onların çocukluğunu(!) bilmemizin sebebi bu değil. Biri şair, biri filozof veya biri Müslüman biri mürtet diye mi? Hayır, bu da değil. Biri ülkücü olmanın biri İslamcı olmanın bedelini henüz lisedeyken ödemiş mesela, bu olabilir mi? Pekâlâ olabilir bana sorarsanız. Çocukluklarını, henüz çocukken sahnede olmalarından biliyoruz. Medyatik insanlar yani. Fıtratları böyle. Bazı insanların arasındaki rekabet, yalnızca medyatik olmaları itibarıyla sürebilir bazen. Mesela çok eski Twitter kullanıcıları bu iki isim aynı zamanda. Algoritmaya iyi gelen tartışmalardan haberdar olmadıklarını da sanmıyorum, en azından hissediyorlardır.

Dijital tabanlı iletişim sistemleri, varlıklarını sosyal iletişim ve kitle iletişim sistemleriyle birlikte, iç içe bir şekilde sürdürür, onlardan beslenir. Örneğin TV’deki bir haber, sosyal medyada eski adıyla capslere yeni adıyla mîmlere dönüştürülür. Artık olayın viral olduğu yer TV değildir. İsmail Kılıçarslan’ın köşe yazılarında veya muhtelif yayın alanlarında Dücane’ye daha önce de ima yoluyla yahut doğrudan sataşmaları olmuştu. Ancak olay, ikisinin de artık sosyal medya üreticisi olmalarının insanlar tarafından iyice anlaşıldığı bir dönemde patladı. Çünkü ikisi de aynı mekandaydı, ayrıldılar ve sosyal medya onları tekrar aynı mekânda buluşturdu. Yani özetle bu isimler, aynı koridorda yürüdükleri için çarpıştı. Aralarındaki fark ise Dücane’nin o koridorda nefretle yürümesi.

Yoksa bu ülkede birden fazla Müslüman ve birden fazla kâfir var, neden bu iki isim tartışsın ki?

Gördüğünüz gibi iki tartışma da çok klişe noktalara bağlanıyor. Birisi, sosyal medya kullanırken sosyal medya stratejilerini göz önünde bulundurmanın gerekliliği. İkincisi, ekranda olma fırsatını hayatı boyunca kaçırmamış insanların kavgalarının aslında ekranda olmalarından kaynaklanması. Bunu söylerken medyatik olmakla ilgili herhangi bir problemimin olmadığını da ifade edeyim. Youtube münazaralarında da yalnızca medyatik olmaları sebebiyle söz hakkı bulan genç arkadaşlar görüyoruz mesela. Ancak Muhammed Sarı’nın da dediği gibi ehil olmanın zaten bir önemi yok. 

Klişe demişken… Murat Belge klişeleşmenin parodi imkânı oluşturduğunu söylüyordu. Bu hususta mevzuyu yine kayıt merkezli bir biçimde ele alarak klişenin bir matbuat terimi olduğunu, aynı kalıbı çoğaltmaya yarayan kayıt mekanizmasının bir parçası olduğunu hatırlatmamız gerekir. Dolayısıyla 1605 yılında tab edilen Don Kişot’un modern Avrupa tarihinin ilk romanı olması yahut olmaması tartışmasını da bu noktadan ele alıyorum ben. Eseri parodi olarak kabul ettiğimiz için tabii. Konumuzla alakası hiç yoktu ama yazıya nokta koyamayınca oluyor böyle.

Dipnot

Dipnot
1 Yazının tamamına buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.

Kayıt Merkezli Okuma Muhammed Enis Özel


Önceki Sonraki

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İptal Yorum gönder

keyboard_arrow_up