5 Mayıs 1789’da Fransa’da başlayan devrim süreci Schegel kardeşler, Tieck, Novalis gibi Alman romantiklerinde derin bir coşku uyandırdı. Keza Fransız Devrimi artık Avrupa’da bazı şeylerin sadece Tanrıdan ilahi egemenlik alan belli bir kesim tarafından değil, sıradan kişiler tarafından da değiştirilebileceğini bütün Kıtaya göstermişti. Tanrı’dan egemenlik alan bu eşrafın artık pek söz hakkı kalmamış, bütün ipler gözü dönmüş birkaç gencin eline verilmişti. Fransa’da kralın idam edildiği 1793 yılında artık tam bir kendinden geçmişlik havası mevcuttu. Giyotin bıçakları bilendi ve büyük bir coşku içerisinde devrime mukavemet gösteren veya göstermeyen herkes bu giyotinin altına atıldı.
İşte Avrupa’daki bu durum içerisinde henüz endüstrinin getirilerini elde edememiş Almanya tam olarak bir taşraydı. Bu taşrada Fransa’daki kendinden geçmişlik havası esemiyordu, insanlar donuktu. Devrimin haberleri Alman entelektüel camiasında büyük bir yankı uyandırdı. Fakat özellikle romantik gençler devrimin kendinden geçmişliğine hayrandılar. Alman romantiklerine göre Fransa’da adeta politik bir şiir yazılıyordu. Hayır, onlar Fransız devrimine aydınlanmacı bir tandansla destek vermediler, aksine tamamen bir akıl dışılık olduğu için destek vermişlerdi. Çünkü Tanrıdan ilahi egemenlik gücü alan Kral’ı tahttan indirip kafasını kesmek tamamen bir çılgınlıktı. Şiirdeki kendinden geçmişlik hali politik düzleme aktarılmıştı. Şiir sonunda galip gelmişti. Friedrich Schlegel 1796’da kardeşine yazdığı mektupta şöyle demişti: “Önce bir politikada kendimden geçebilirsem çok mutlu olacağım”. Diğer romantikler de aynı fikirdeydiler, Almanya’nın itaatkar ve sistematik politik yapısı yanında Fransa’daki vecd hali herkesi cezbetmişti. Hatta öyle ki romantik edebiyat çevrelerince fazla makul olmakla suçlanan Goethe bile çocuğuna oyuncak giyotin almaktan çekince duymamıştı.
Böyle bir duygusal taşkınlığa rağmen Fransız İhtilali’nin etkisi de gün geçtikçe yerini tekdüzeliğe bıraktı. 1799’da Napolyon’un da tarih sahnesine çıkmasıyla artık şiir yazılmış ve bitmişti, şimdi sıra çocukça fetihler yapmaya gelmişti. Çok değil üç sene önce politikada kendinden geçmeyi düşleyen Friedrich Schlegel, “Athenaeum” dergisinde şunları yazmıştı: “İnancını ve aşkını politika dünyasında harcama; yüreğindekileri, bilimin ve sanatın Tanrısal dünyasında, ebedi eğitimin kutsal ateş akıntısına kurban et”. Fransız Devrimi’nin oluşturduğu heyecan havası artık sönmüştü. Bununla beraber Alman romantikleri de o devrim hükümetine olan eski hayranlıklarını kaybetmişti. Tasavvurları ise daha dinsel bir biçime kaydı. Bu hususta Novalis’in şu sözlerini hatırlatmak pekâlâ icap edebilir: “Dünyevi güçlerin kendi kendini dengeye oturtması olanaksızdır. Yalnızca hem dünyevi hem de dünya üstü olan üçüncü bir öğe bu ödevi çözebilir”. Avrupa’daki devrim havasının kaybolması ile yine Novalis şu cümleyi kaleme alır:
“Hepimiz belli yaşlarda devrimleri, serbest rekabeti, yarışmaları ve benzeri demokratik olayları seviyoruz ama bu yaşlar çoğumuzda gelip geçiyor ve merkezdeki güneşin kılavuzluk ettiği ve insanın en önde dans etmek için yıkıcı bir savaşta çarpışmak yerine bir gezegen olmayı tercih ettiği daha barışçıl bir dünyanın bizi cezbettiğini duyumsuyoruz.”
Romantiklerin eski devrimci atmosferden kopup daha dingin bir düzene özlem duyduklarının en büyük beyanı da belki budur. Artık Napolyon’un devri başlamıştır ve evlere çekilme zamanı gelmiştir (Çok uzun sürmeyecek ve Napolyon’a karşı da bir kurtuluş savaşına girişilecektir). Alman romantiklerinin Fransız Devrimi’ne olan hayranlıklarının sebebinin aydınlanmacı bir eğilimle olmadığı burada da kendini belli eder. Devrimin o baş döndürücü havası geçince romantikler başka fakat tekdüze olmayan Dünya tasavvurlarına kapı aralarlar. Bu dünya tasavvurlarında artık dengeleyici ve insanı tinsel huzura kavuşturacak olan unsur Katolik kilisesidir. Görüldüğü üzere artık insanı kendinden geçirecek olan unsur devrim değil ilahi bir ilhamdır. Fakat dönemin romantik çevreleri burada Katolik Habsburg ile Protestan Prusya arasına keskin bir çizgi çizerler. İnsanı tinsel huzura kavuşturma ve Avrupa’nın koruyucu şemsiyesi olma unvanı kesinlikle Prusya’nın eline geçmemeliydi; çünkü onlara göre Habsburglar’ın ruhsal, Katolik ve de uluslar üstü imparatorluk yapısı, Prusya’nın soğuk, milliyetçi ve de sert yapısına karşı üstünlük kurmalıydı. Avrupa’da insanlığı tinsel arınmaya kavuşturacak olan şey buydu. Romantikler yine tekdüze çözümlere burun kıvırıyordu, onlar her zaman üstün bir ruhsal arayışın içerisindeydiler. Evrensel bir sonsuzluk hazzı aranıyordu.
Fransız Devrimi’nin sonucunda artık Avrupa’nın bağrında silaha sarılmış bir ulus olarak Fransızlar ortaya çıktı. Bu ulus diğer çevre uluslara karşı her alanda hakiki bir üstünlük kurmuştu. Bu, pek tabii Avrupa’nın diğer ulusları açısından imrenilecek bir başarı hikâyesiydi. Hem de özellikle entelektüel bilinç seviyesi oldukça yüksek olan Almanlar için. Her ne kadar entelektüel faaliyetler bu topraklarda önemli bir alanı işgal etse de henüz belli başlı bir ulus bilincinin oluşturulduğu pek iddia edilemezdi. Almanya’nın, Almanların ve de Alman ulusunun anlamı, dönemin gençleri ve entelektüel çevreleri arasında artık masaya yatırılmış hayati bir meseleydi. Göz ardı edilemez gerçek vardı ki Almanya, rakipleri Fransa ve İngiltere’ye karşı sadece bir taşraydı. Henüz gelişmiş bir yapıya sahip değildi. Novalis bu konu hakkında da şunları söylemişti:
“Almanya yavaş, ama emin adımlarla diğer Avrupa ülkelerinin önünde gitmektedir. Bu ülkeler savaş, spekülasyon ve particilikle meşgulken, Almanlar bütün çalışkanlığıyla daha yüksek bir kültürün yoldaşları olarak kendini geliştirmektedir ve bu ilerleme, zamanla onlara diğerleri karşısında büyük bir ağırlık kazandıracaktır.”
Fransız Devrimi ve Napolyon Fırtınası sonrasında Almanya artık bambaşka bir yola savrulmuş ve bir ulusun doğum sürecine girmiştir. Almanya artık emperyal bir gücün hem de birkaç sene önce devrim yapmış emperyal bir gücün hükmü altındadır. Aynı yıllarda Friedrich Schiller da “Alman ulus kültürü” düşüncesini geliştirir. Alman ulusu üzerine yazdığı bir şiirinde şu sözleri sarf eder:
“Almanlar gözyaşlarıyla dolu bu savaştan itibarsız çıktıkları bu anda…namlarıyla kıvanıp sevinebilirler mi?… Evet, kıvanabilirler!… Alman imparatorluğuyla Alman ulusu iki farklı şeydir. Almanların büyüklüğü asla prenslerinin başı üstünde durmamıştır. Politik değerden ayrı olarak Almanlar kendilerine özgün bir değer yaratmışlardır ve imparatorluk çökse bile, Alman onuru tartışmasız kalacaktır… Bu töresel bir büyüklüktür, kültürde yaşamaktadır.”
Fransız Devriminin Alman ulus oluşumuna etkisi bu şiirde gözlenebilir. Egemenlik hakkını Tanrıdan alan yönetici monark eşrafın varlığı artık anlamsızdır, “Almanların büyüklüğü asla prenslerinin başı üstünde durmamıştır.” Esas olan Monarşi değil ulus kültürüdür. Almanya artık politik birleşime kavuşmalıdır fakat buna henüz vakit vardır.