Geçtiğimiz günlerde “Türk toplumu bilime mesafeli mi?” sorusu bağlamında Habertürk’te Fatih Altaylı’ya; Celal Şengör, Emrah Safa Gürkan (ESG) ve Çağrı Mert Bakırcı konuk oldu. Programı izlerken Altaylı’yı izlemenin Altaylı’yı okumaktan daha tahammül edilebilir bir şey olduğunu düşündüm. Bunun sebebi herhalde Altaylı’nın yazarken fikirlerini bir çöp gibi buruşturup ortaya koyabilme maharetidir. Ekran, gazete köşelerinin gerektirdiği bu buruş buruş mahareti gerektirmiyor olacak ki onu ekranlarda izlerken tahammül edebiliyoruz. Mezkûr program ya da Altaylı ile ilgili şeyler yazmayı hedeflememiştim aslında bu yazıya başlarken. Konumuz, programda yer verilen ve üzerinde çok da durulmayan kitap ve kütüphane konusuydu. Tabii bunlar konuşulurken ilk dijital kütüphane projesi olan Gutenberg Projesi, çoktan (1971’de) Michael Hart tarafından hayata geçirilmişti. Neyse, programdan kesitler paylaşalım öncelikle…
🎥 ESG programda (Kendisi bir marka olarak var olmayı tercih ettiği için onu bu yazıda marka ismiyle anacağız), x bir üniversite kütüphanesinde 1000 adet kitap bulunduğunu söyledi. Şengör, Türkiye’de üniversite yok dedi. ESG, “Ben mesela korsanlar üzerine çalışıyorum, eskiden kütüphaneye gidiyordum şimdi Google Books’ta var.” dedi. Bir ara Altaylı, Celal Şengör’ün pazar arabasıyla kitap topladığını söyledi. Şengör, 30 bin Euro’ya çok önemli bir kitap aldığını ifade etti. ESG, alınan kitap ve türevlerinin tıpkıbasımının dijital ortamda bulunduğunu söyledi. Bunun üzerine Şengör, bu tıpkıbasımların bir sayfasının yayımı için bile izin ve ücret gerektiğini aktardı ve “bununla neden uğraşayım, neden buna mahkûm olayım” tarzında şeyler söyledi. Bunun üzerine ESG, 30 bin Euro vermemek için dedi. Altaylı yine bir ara kitap-para konusu bağlamında dehasını konuşturarak “Arda Turan’ın 42 milyon lira verip araba almasını kimse önemsemiyor.” şeklinde bir açıklamada bulundu. 🎥
Yani programda kütüphaneler hakkında söylenenleri dinlemediğiniz için hiçbir şey kaybetmediniz. Şimdi, ortada kayda değer bir şey bulunmadığı için bu hususta eleştiri yapmayacağım. Tıpkıbasım ücretiyle 30 bin Euro’yu filan mesela kıyaslamayacağım. Ya da bir futbolcunun kendine araba yapması ile araştırmacının bilgiye ulaşmak için harcadığı paranın mukayese edilmesindeki saçmalığı anlatmayacağım Altaylı’ya. Hatta programdan bundan böyle bahsetmeyelim. Programda açılan yoldan yürüyelim sadece. Öncesinde şuraya birkaç şey daha yığalım ama:
Kütüphaneler, gerçekleştirilen çay-çorba dağıtımları ve çeşitli ikramlarıyla öne çıkıyor. 12 yaşındaki bir çocuk “klasör” kelimesini dijital dünyaya ait sanarak büyüyor. Şöyle manşetleri var Yenişafak’ın: “Kütüphaneler artık yaşam alanı”, “Kütüphanecilik tarihinde yeni bir sayfa: Rami Kışlası Kütüphanesi açıldı”. Bilgi Üniversitesi’nin kütüphane reklamı için şöyle bir sloganı var: “Formatlar Yok, Sen Varsın!” Rami Kütüphanesi’nin resmî web sitesinin ana sayfasında, kütüphanenin 51 bin metrekarelik yeşil alana sahip olduğu belirtiliyor. Falan filan.
İstediğimiz kadar uzatabileceğimiz bir liste hazırlayabileceğimiz için hemencicik bitiriverdik mevzuyu, falan filan diyerek. Kötü bir durumdayız. Bunun sebebi bilgiyle muhatap olamıyor oluşumuz. Kütüphaneler birer yaşam merkezine dönüştü ve kitaplar tıpkı olması gerektiği gibi birer fetiş nesnesi olarak algılanıyor. Türkiye’nin en büyük kütüphanesi olan Rami Kütüphanesi ile ne kazanmış olabiliriz mesela? Kütüphanelere gidenlerin kaçı bir sınavı atlatmanın peşinde, kaçı entelektüel bir faaliyet yürütmekte? Ne farkı kaldı kütüphanelerin müzelerden? Kitap kendisine, kendisiyle ilgili bir hakikati mi haykırıyor?
İstanbul büyük bir işgal ile karşılaşırsa düşman kuvvetlerinin Rami Kütüphanesi için nasıl bir planı olur mesela? Olur mu ya da? Dünya üzerinde yakılmaya değecek bir tane kütüphane kalmadı. Kaldı mı? Celal Şengör telefon kullanmayı öğrenirse ne kadar şaşırır acaba? Navigasyon kullanarak kimseden yardım almadan evine gidebilir çünkü mesela. Bilginin tab edilerek yayılması ve ardından düşük ışık alan odalarda bulunan raflarda muhafaza edilmesi, bir kimlik verebiliyor mu hâlâ halka? Esas itibariyle bir matbuat terimi olan format, bir üniversitenin kütüphane reklamında negatif bir anlamda nasıl yer alabiliyor mesela? Konumuzun yeşil alanlarla ne ilgisi var!
Kütüphanelerin müzeleşmesi fenomeni Yengi devrimine ışık tutuyor. Kütüphane fetişizmini Instagram ilk ortaya çıktığında başlayan kitap ve kahveyle fotoğraf çekme furyası ile düşünelim. Tüketim toplumu içinde sabır melekeleri son derece zayıflamış bireylerin asla okumayı tercih etmeyecekleri -deneseler bile beceremeyecekleri- Tutunamayanlar gibi bir kitap bu furyanın onur konuğu olmuştu. Bu gerçekten çok manidar. Çünkü Tutunamayanlar okunmamak üzere yazılmış bir kitap. Ama bu özelliği, yani okunmasını güçleştiren varoluşçuluk zırvası kitaba niş/bohem bir hava kattı. Tıpkı filtre kahve gibi. Sonuçta Instagram gibi çağdaş köylülerin toplaştığı el aleme hava atma/caka satma podyumunda bir imaj/kostüm olarak yerini aldı. Tutunamayanlar ya da Kürk Mantolu Madonna, kimsenin okumak istemeyeceği ve çağımıza hitap etmeyen romanlar. Bu yüzden estetik değerleri yüksek.
Madde buharlaştığında ideaya dönüşür. ESG her ne kadar kütüphaneler konusunda Şengör’den ilerideyse bile, kitap fantezisinden vazgeçemiyor bir türlü. Bir başka programda roman okuyan insanların hayata siyah ve beyaz gözlüklerle bakmayacağını ama Türkiye’de insanların siyah ve beyaz baktığını söylediğini hatırlıyorum mesela. Oysa insan dediğimiz şeyin salt iyi ve salt kötü olmadığını bilmek için roman okumaya gerek yok. Hayat öğretiyor zaten kısa yoldan. Ayrıca Türkiye’deki insanların dünyaya siyah beyaz gözlüklerle baktığını iddia etmek için Türkiye’de yaşamıyor olmak gerekiyor. Çalıyor ama çalışıyor sözü biz Türklere ait mesela. Sahi Recep Tayyip Erdoğan hayatında kaç roman okumuştur? Muhtemelen hiç. Peki siyasetçileri faşistler ve demokratlar olarak iki kampa bölen akademisyenlerimiz kaç roman okumuştur? Muhtemelen çok. Bence Türk halkı insanların salt iyi ve salt kötü olmadığını bilecek kadar arif. Ve bunu da roman okumamasına borçlu. Eğer ESG gibi bir manastıra kapanıp ömrünü kitap okuyarak harcasaydı hayat ağacının meyvelerinden mahrum kalırdı.
Kitaplara karşı değiliz elbette. Hayatlarımızdaki etkisi giderek azalsa da uzun bir süre daha bilgi üretiminde makbul bir yeri olacaktır kitapların (ve yazının). Ama matbaa konusunda tutumumuz daha katı. Saçma çünkü. Pahalı ve kullanımı zor. Matbu kitaplardan bahsediyorum. Eğer çok iyi düzenlenmiş bir kitaplığınız yoksa -ki çoğumuzun yok- aradığınız kitabı bulmakta zorlanırsınız. Halbuki aynı işlemi bilgisayarda yapmak son derece kolaydır: Arama butonuna kitabın ismini yazın ve “enter” tuşuna basın. İşte bu kadar basit. Eğer evinizde uygun bir çalışma ortamı varsa başka bir yere gitmenize gerek yok. İhtiyacınız olan bütün kitaplar bir tık uzağınızda… Ancak böyle bir lükse sahip olmayanlar -bir çok insan yani- kütüphanelere gidiyor. Ama aslında gittikleri yer bir kütüphaneden ziyade study room. Hiç kitap olmasa da olur. Masa sandalye ve kahve otomatı yeterli. Rafların alamayacağı kadar kitap zaten internette var ve internet hep yanımızda (kalp kalp kalp).
Kütüphaneler bilgiye ulaşmayı kolaylaştıran yerler değil artık. Zira artık kütüphanelerde ancak birçok fetişten sıyrılabildiğiniz takdirde bilgiye ulaşabiliyorsunuz. Bir metropolde yaşıyorsanız üstelik, Allah kolaylık versin… Zamanınız varsa harcayın, ne diyelim?
Tarih değişimin tarihidir. Canlı olan ölür gübre olur. Akıllı hayvanlar olduğumuzu söyleyip dursak da çoğu şeyi alışkanlıkla yaparız. Sadece eylemler değil, düşünceler de böyle. Klişeler mesela. Herkesin dilindedir. Ama hiçbir bok anlatmaz. Eğitim sistemimiz kötü. Neden? Ezberci. Bu mu yani harbiden olay? Deprem oluyor çünkü bilim. Bilim ne olum? Bu ülkede deprem inkarcısı var da biz mi bilmiyoruz? Jeologlar deprem olacak dedi de inanmadık mı? Yoo, hepimiz biliyorduk depremin olacağını. Neden hazırlanmadık peki? El cevap: Maçamız yemiyor çünkü. Çok uzun bir süreçte oluşmuş karmaşık sınıfsal ilişkiler var ekonomik yetersizlikler var ve bu durumun içinden çıkmak hiç kolay değil. Jeologların ya da tarihçilerin bu konuyla ilgili söyleyeceği bir şey varsa dinlemek isteriz açıkçası. Ama yaptıkları tek şey hikâye anlatmak.
Allah aşkına Celal Şengör depremden sonra çıktığı programlarda saatlerce ne anlattı ve anlattıkları bizim ne işimize yaradı da bir halk kahramanı gibi takdir görmeyi bekliyor? Evet takdir görmeyi bekliyorlar. Hepsi. Bu yazı bile anlamsız aslında bir bakıma. Elitlerimizin söyleyecek “orjinal” bir şeyleri kalmadı. Çünkü artık internet var. Her şeyi biliyoruz zaten. Yine de iyi hikâye anlatıcılara her zaman ihtiyaç var. Tarihin Arka Odası, İlberCelal Show, ESG Show gibi programlar bugünün orta oyunları ve bizim hala ağız alışkanlığıyla elit ya da aydın dediğimiz insanlar da aslında basbayağı çağdaş meddahlar. İstedikleri tek şey -paradan çok postmodern dünyada biraz olsun saygı görmek ve takdir edilmek. Bu umutla yetiştirildiler. Ama ebeveynlerinden daha iyi bir eğitim alsalar da ebeveynleri kadar saygı görmediler. Yaşadıkları krizin sebebi bu. Çağımızda ruhban sınıfının alkışlandığı tek yer (kiliseler değil) sirklerdir. Bu sözün anlamını birazcık tarih bilen herkes bilir (kıps).