Türklerin Müslüman oluşlarına dair bugüne kadar iki popüler hikâye dinledik. Birincisi, Türkler içlerinden gelerek gönül rızasıyla Müslüman olmuşlar, akın akın İslam’a geçmişlerdi. İnançları Müslümanların inançlarına uyuyordu. Türkler önceden de tek tanrı inancına sahiplerdi. Zina, adam öldürme gibi suçlar, onlar Müslüman olmadan önce de Türk töresinde ciddi yaptırıma uğruyordu. Ölümden sonra dirilmeye inanıyorlar ve insanın ölümden sonra da yok olmayacağını düşünüyorlardı. Ayrıca Müslüman olmak onlar için siyasi, askeri ve iktisadi açıdan da menfaat sağlıyordu. Bu menfaati akıllıca kullandılar ve sadece Müslüman olmakla kalmayıp aynı zamanda İslam’ın sancaktarlığıyla da kendilerini mükellef kıldılar. İkinci hikâyede de Türkler hiç de anlatıldığı gibi gönül rızasıyla Müslüman olmadı. Bilakis Kuteybe bin Müslim önderliğindeki İslam orduları çok kanlı savaşlarda Türk kanı döktü. Türkler kılıç zoruyla, kolluk gücüyle boyun eğdirilerek Müslüman edildi. Her neyse, konumuza gelelim. Çünkü açıkçası bu ilk iki senaryo da bizim açımızdan fark etmeyecek. İster zorla olsun ister gönül rızasıyla olsun sonuç olarak Türkler Müslüman oldu. Nasıl Müslüman oldukları çok da bir şeyi değiştirecek değil. Açıkçası eğer gönül rızasıyla Müslüman oldularsa ne âlâ, yok gönül rızasıyla Müslümanlarla savaşıp öldürüldülerse yine ne âlâ. Asıl dikkat çekici olan ve incelenmesi gereken husus Müslüman oluşlarının onlara kattıklarıdır.
Bazıları, Türklerin Müslüman olmakla Araplaştıklarını, kendilerini kaybettiklerini, kültürlerinden uzaklaştıklarını söylüyor. Onlara göre keşke Müslüman olmasalarmış da Türk kimliklerini korusalarmış. Sonra Türk isimlerini, Türk adetlerini koruyup yaşamaya devam etselermiş. Şimdi böyle söyleyenleri kâle alacak değiliz tabii. Türkler Müslüman olmakla hiçbir şey kaybetmeden çok şey kazanmışlardır.
Ne diyorduk? İslam’ın Türklere sağladığı fayda. Evet Türkler, İslam sayesinde varlıkla tanıştılar. Varlıkla yani kayıtla. İslam’dan önce Türklerin kayıtlarını incelediğimizde bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar kayıt bulabiliyoruz. Anlıyoruz ki Türkler, iz bırakmayı ve dolayısıyla bir medeniyet oluşturabilmeyi İslam’la öğrendiler. Daha doğrusu düşünebilmeyi, bir sistem ve medeniyet kurabilmeyi, öğretmeyi ve öğrenmeyi İslam’la öğrendiler. Şimdi oradan kalkacak bir akademisyenin “yok efendim olur mu öyle şey Göktürk Devleti’nde okul vardı” filan demesini de kâle alacak değiliz elbette. Ya da Çin kayıtlarından bize Türk devletleri ve hakanlarını anlatan insanlarla aynı sayfada olmadığımızın farkındayız diyelim. Her neyse, kayıt demiştik. Türkler elbette İslam öncesinde de kaydettiler, iz bıraktılar. Ancak burada sadece bu izin kalıcı oluşundan veya sözlü kültürün izlerinin yazılı kültür tarafından yutulmasından, etkisiz ve pasif kılınmasından bahsediyoruz. Yoksa Türklerin sözlü kültürün imkanlarınca kaydettiğini yineleyerek iddia ediyoruz. Onlar güçlenmeyi, geleneklerini kemale erdirmeyi, kalıcı olmayı, uzun yaşamayı, mesela şehir kurmayı, kuvvetli izler bırakmayı öğrendiler İslam’la.
Kayıt, insanın var oluşudur. Biz ancak insanlığı kayıt üzerinden okuyabilir ve gözleyebiliriz. Öldüğümüzde kalan kemiklerimiz kayıttır. Parmak izlerimiz kayıttır. Gözlerimiz, bizden kalan her şey, hatıralarımız vs. İnsanın diğer insanlar için mutlak ölümü, izlerinin silinmesiyle olur. Dünyada herhangi bir kaydımız kalmadığında tam anlamıyla ölmüş oluruz. Bedenen ilk ölümümüz aslında kaydetme yetimizin ölüşüdür. Öldükten sonra üretemeyiz, iz bırakamayız. İz bırakmakla, kaydetmekle var oluruz, yaşarız.
Medeniyetler de böyledir, en çok iz bırakan en çok var olandır. En çok kaydeden en kalıcı olandır. Burada elbette bir şeyleri not etmekten bahsetmiyoruz. Bir medeniyetin ürettiği bir silah da kayıttır, yaptığı bir savaş da kayıttır. Bu kayıtlar bazen uzun süreli bazen kısa süreli kayıtlardır. Mesela her birimiz en azından çocuklarımız veya torunlarımız ölene kadar, bizi tanıyan kişilerin her biri ölene kadar bir şekilde yaşarız, izlerimiz yaşar. Onların gözlerinde kendi suretlerimizi kaydetmişizdir, bu kayıt yaşar. Ancak bu yaşam, kısa süreli bir yaşamdır. Oysa bir yazar mesela daha uzun süreli yaşayabilir. Onu okuyan kişide bıraktığı izler yaşadıkça yazar da yaşayacaktır. Ya da büyük bir kişilik, iz bırakmış bir kişi hikayelerle yaşayabilir. İnsanların dillerinde dolaşan bir hikâye bırakmışsa mesela, ölümü geç olacaktır. Ne suretle olursa olsun bir şekilde bir yerlerde kaydı bulunanların ölümü, geç ölümdür. Bunlardan bazıları ölümsüzdür. Homeros, herhangi birinden daha az ölmüştür. Homeros, herhangi birinden daha çok yaşamaktadır. Tesirine, izine, etken unsur oluşuna bakınca bu dediklerim hiç de garip değildir. Baki kalan bu kubbede hoş bir sedadır çünkü.
Meselenin Türklerin Müslüman oluşlarıyla ilgisine gelince, bu ilgi açık değil midir? İslam’dan önceki Türkleri ne kadar tanıyoruz? Nelerini biliyoruz? Hangi üretimlerine, hangi kayıtlarına sahibiz? Onlar kimdi, neler yaptılar? Aslında bildiğimiz bazı şeyler elbette var fakat bu bilgiler diğer medeniyetlerle ilgili bilgilerimize kıyasla çok cüzi kalır. Biz burada Türklerin fail olarak kaydettiklerinden söz ediyoruz. Onlar hakiki anlamda özne olmaya İslam ile başladılar. Özne olmaya derken, uzun yaşamaya yani, uzun vadeli iz bırakmaya, kalıcı olmaya, temelleri sağlam bir varlık inşa etmeye.
İslam’dan önce Türklerin tarihi buğulu camdan seyredilir sanki. Haklarında kendilerinden çok az şey öğrenebildiğimiz sisli bir tarihtir. Türklerin kendilerinden İslam öncesi tarihleri hakkında ne öğrenebildik birkaç kaydın dışında? İşte asıl kritik nokta burasıdır. Türklerin özne oluşu, fail ve etken unsur oluşu. Ki bu İslam’la olmuştur. Nesne olan belirlenir. Belirlenen, belirleyenin takdirince yaşar. Kaydedilenlerin ölümü kaydedenlerden öncedir. Kaydedilenler, kaydedenleri var eder. Yani İslam Türkleri var etmiştir. Çünkü onlara kaydı vermiş, kaydı öğretmiştir.