menu Menu
Logo Yengi Mecmua

Sahra-yı muhabbetde o divanelerüz kim

Mecnun-ı melametzede en akilimüzdür



CEHENNEMDE MELEK YOK Previous BÜTÜN SAĞLAR ÖLÜ YIKIYO Next

ŞERH-İ MUHAMMES-İ ÜSTÂD EKREM

Giriş:   Bu çalışmada Recaizâde Mahmud Ekrem’in “Şevki Yok” adlı şiirini Yorumsama kuramına göre inceleyerek, şairin şiirde kullandığı imaj ve
imgelemeleri -muteber kaynaklara da müsteniden- açıklamaya çalışacağız. Şiiri üç katmanda inceleyeceğiz: 1- Arkaik dildeki kelimelerin sözlük anlamları, tamlama ve terkipler, nesre çeviri 2- Şairin edebî ve şahsî kişiliği, düşünce dünyası, şiirin şekilsel özellikleri 3- Şiirde bağlı kalınan geleneğin akisleri, imajlar ve edebî sanatlar, bu göstergelerin ışığında şairin niyeti ve ruh hali. Şiirin iyice anlaşılmasına ilk engel şiirin yazılmış olduğu arkaik dildir. Bu arkaik dil, kelimeleri, dolayısıyla da imgelemeleri anlamakta işimizi zorlaştırır. Bu sebeple ilk önce, şiirin orijinal metniyle beraber, arkaik kelimeleri, terkip ve tamlamaları izah edeceğiz.

I.BÖLÜM

1-Gül hazîn… sünbül perîşan… Bâğzârın şevki yok..
Derdnâk olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok..
Başka bir hâletle çağlar cûybârın şevki yok..
Âh eder, inler nesîm-i bî-karârın şevki yok..
Geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!

2-Farkı yoktur giryeden rûy-ı çemende jâlenin.
Hûn-ı hasretle dolar câm-ı safâsı lâlenin.
Meh bile gayretle âğûşunda ağlar hâlenin!
Gönlüme te’siri olmaz âteş-i seyyâlenin.
Geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!

3-Rûha verdikçe peyâm-ı hasretin her bir sehâb..
Câna geldikçe temâşâ-yı ufuktan pîç ü tâb..
İhtizâz eyler çemen.. izhâr eder bin ızdırâb..
Hem tabîat münfail hicrinle.. hem gönlüm harâb…
Geldi ammâ n’eyleyim, sensiz bahârın şevki yok!
(Pejmürde, Kostantiniye,1895/1311)
(Mehmet KAPLAN, İnci ENGİNÜN, Birol EMİN, Zeynep KERMAN, 1997)

Günümüz Türkçesi

1- Gül üzgün, sümbül perişan, bahçenin sevinci yok. Sürekli şakıyan bülbül dertlenmiş, kalmamış neşesi. Başka bir şekilde çağlayan akarsunun artık neşesi yok. Neşesi yok, ah eder inler yerinde duramayan rüzgar . Geldi ama neyleyim sensiz baharın neşesi yok
2- Yeşillik ve çimendeki çiyin gözyaşıyla farkı yok, lâlenin billur kadehi hasret kanıyla dolu. Ay bile aylanın kucağında ağlıyor! Gönlüme akıcı ateş (mecaz: şarap) bile etki etmiyor. Geldi ama neyleyim sensiz baharın neşesi yok
3- Ruha, her bir bulut senin hasret haberini verdikçe, canıma ufku izlemekse sıkıntı verdikçe, çimenler titreşiyor ve bin ıstırap gösteriyor! Hem tabiat ayrılığınla küskün, hem de benim gönlüm yıkık! Geldi ama neyleyim sensiz baharın neşesi yok!

Vokabüler

Hazîn (Ar.hzn): Üzgün, hüzünlü, hüzün veren.
Şevk (Ar.şvk): Neşe, sevinç, istek, arzu
Bâğzâr (Far.bâğ-zâr): Bahçe, yeşillik, ağaçlık ve çiçeklik yer, bostan.
Derdnâk (Far derd-nâk): Dertli, sıkıntılı
Hezâr-ı nağme-kâr: Şarkı söyleyen bülbül; Hezâr (Far.): bülbül, Nağme(Ar.) ahenkli ses ve ezgi, -kâr(Far.): yapan eden edici anlamında ek.
Hâlet: (Ar. Hâl kelimesinin müennes(dişil) hâli): Hâl, durum, nitelik.
Cûybâr: (Far): Nehir, ırmak, akarsu.
Nesîm-i bî-karâr : Aynı hâl üzere devam etmeyen, kararsız rüzgar, nesîm(Ar.): Hafif hafif esen, hoş ve latif rüzgar, Bî-karâr(bî-Far. olumsuzluk edatı, karâr (Ar.) bir yerde bir halde durmak devam etmek): kararsız, aynı hâl üzere devam etmeyen.
Girye: (Far.): Gözyaşı.
Rûy-i çemen: (Far.): Yeşilliğin, çimenin yüzeyi, Rû (Far.): yüz, yüzey satıh. Çemen (Far.): Çimen, yeşillik yer
Jâle (Far.) : Çiy, şebnem.
Hûn-ı hasret: Hasret kanı, Hûn (Far.): Kan, Hasret (Ar.): tekrar görme, kavuşma arzusu, özleyiş
Câm-ı safâ: Berrak kadeh, Câm (Far.): bardak, kadeh, Safâ (Ar.): saf, billur, berrak.
Meh (Far. mâhın muhaffef hâli): 1-Ay, 2-Ay kadar güzel sevgili.
Âgûş (Far.) : Kucak.
Hâle (Ar.):Ayın, bazen de güneş etrafında görülen parlak halka, ay ağılı, ayla
Te’sîr (Ar.) : Etki.
Âteş-i Seyyâle : Akıcı ateş, Seyyâl ( Ar. seyl kökünden mübalağa sigasında) : akıcı, akan, akışkan
Peyâm-ı hasret : Hasret haberi, Peyâm (Far.) : Haber
Sehâb (Ar.) : Bulut.
Temâşâ-yi ufuk:  Ufku izlemek, seyretmek. Temâşâ Far.): (İzlemek, seyretmek.
Pîç ü tâb (Fars.) : İç sıkıntısı, endişe, ıstırap.
İhtizâz (Ar.) : Titremek, titreşim.
İzhâr (Ar.) : Göstermek, açığa çıkarmak.
Izdırab (Ar.): Acı, azap, eziyet, zahmet, sıkıntı.
Münfail (Ar. İnfiâlden ism-i fâil) : Alınmış, gücenmiş, içerlenmiş.
Hicr (Ar.) : Ayrılık
Harâb (Far.) : Kötü durumda, bitik perişan.

II.BÖLÜM

RECAİZADE MAHMUD EKREM

Şiiri dosdoğru inceleyebilmek ve anlayabilmek için, şâirin hayâtının ve kişiliğinin incelenmesi gerektiği kanaatindeyiz. Bu sebeple öncelikle şâiri tanıma mecbûriyetindeyiz.

Devrindeki Rolü ve Kişiliği

  Recaizade Mahmud Ekrem (1847-1914) 1 Mart 1847’de İstanbul’da Vaniköy’de doğdu. Babası Tanzimat’tan sonra Takvimhâne nâzırlığı yapan şair, hattat ve vak‘anüvis Mehmed Şâkir Recâi Efendi, annesi sülâlesi Timurtaş Paşa’ya dayanan Adviye Hanım’dır (UÇMAN, 2007). Recaizade Mahmud Ekrem küçük yaşta babasından Arapça ve Farsça öğrenmiş, memurluk yıllarında Encümen-i Şuarâ’dan Leskofçalı Galib, Hersekli Arif Hikmet ve Namık Kemal’le tanışma fırsatı bulmuştur. Fransızca öğrenerek Batı kültür ve edebiyatını tanıma imkanı buldu. Nâmık Kemal’in kendisine devrettiği Tasvîr-i Efkâr’ı bir süreliğine işletti. Hâmid’le ve Nâmık Kemâl’le yakın arkadaşlıklar kurdu. Fakat akranları gibi siyaset, Ekrem Bey için ana, önemli nokta olmadı. “Tanzimatın bir ara sadece halka güvenerek ve halka başbaşa kalmak isteyen münevveri onunla tekrar muntazam memur hayatına” döndü (Tanpınar, 1988, s. 476) Ekrem Bey, şâirliğinden çok bir “edebiyat eleştirmeni ve retorikçi” olarak ön plandadır. Mekteb-i Mülkiye’de okuttuğu edebiyat derslerini “Ta’lîm-i Edebiyat” isminde neşrettiği kitabında Batı edebiyatı etkisindeki Türk şiiri de göz önüne almış, kitap klasik tasnife göre (meani-beyan-bedi’) göre yazılmamıştır. Bu kitap edebiyat çevrelerinde büyük bir yankı uyandırmış bazı bahisler edebî tartışmalara sebep olmuştur. Şâir bir rol model olarak gençler tarafından benimsenmiş ve “Servet-i fünûn” gençlerince “Üstâd Ekrem” olarak anılmıştır. Ali Ekrem (Bolayır) Bey şâir hakkında şöyle demiştir.

“Ekrem Beyin hayât-ı resmiyesinden maada bir hayat-ı siyasiyesi de var mıydı? Bu suâle hayır cevabını vereceğiz. Recâizâdenin cihad-ı siyâsîsi “tenvîr-i şebâb terkibiyle hülâsa edilebilir.” (İnal, 1969, s. 278 1. Cilt)

 “İltizâm-ı ciddiyyette ifrâta varan” (İnal, 1969, s. 281 1. Cilt) Recâizâde Mahmud Ekrem hakkında, Süleyman Nazif, İbnülemîn Mahmud Kemal’e hitaben şöyle demiştir:

“Üstad, her söze, her şeye, dikkat eder, ilişir, fevkalade alıngan gayet titiz bir zat iken, siz de andan geri kalmazken hüsn-i imtizacınıza hayret ederdik” (İnal, 1969, s. 281 1. Cilt)

Hâsılı şâir kişilik bakımından alıngan ve ciddi, belki de yaşadığı kişisel felaketlerin de etkisiyle, karamsar ve melankoliktir.

Şiiri

 Recaizade, yukarda da temas ettiğimiz üzere, devrindeki şairlere kıyasla acemi bir şâirdir. Aruza ve dile layıkıyla hakim değildir, Tanpınar’ın ifadesiyle “o muhayyilesiz ve icat kabiliyetinden mahrum doğmuş olanlardandı” (Tanpınar, 1988, s. 478). Şâirin üzerinde Lamartine’in etkisi büyüktür. Recaizade, yine Tanpınar’ın ifadesiyle “layıkıyla idare edemediği o hüzünlü edayı” ondan almıştır. Sentimentalizm ve romantizmin etkisiyle kitap sayfaları arasında bulunan bir çiçek bile, şâir için ilhamdır:

“Size lâyık heman terâvet iken
Ey çiçek sen niçin kadîd oldun
Mevkiin sîne-gâh-ı rağbet iken
Şimdi gözden de mi ba’îd oldun”

 Tanpınar bu durumu şöyle açıklar; “hakiki ihtirası bulamıyan şâir, etrafındaki küçük şeyleri bulur” (Tanpınar, 1988, s. 483) fakat bu durum şâirin “minnacık bir dünyaya hicret” (Tanpınar, 1988, s. 483) etmesine sebep olur. Şâir muhayyilesinin yokluğu sebebiyle “eşyayı saymakta kalan küçük bir realizme, hiçbir şey canlandırmayan bir günlük şeyler dünyasına” (Tanpınar, 1988, s. 487) gitmiştir.

 Recaizade Ekrem Bey, “hayatında çok, fakat hep ferdî felâket çektiğinden hemen her şiirinde ölümden, mezarlıktan, mezardan ve yaşayışın hiçliğinden bahseder, ağlar ve bizi de ağlatmıya çalışır.” (Gölpınarlı, 1945, s. 117). Girye-i Hasret’de;

“Ahvâl-i kalb-i zâra nigâh eyler ağlarım
Cism-i alîli gamla tebâh eyler ağlarım”

Ya da Taşlıcalı Yahyâ’nın bir beytini tesdîsinde:

“Yıkılıp kasr-ı felek hâk ile yeksân olsa,
Mihr ü mâhı ademin ka’rına galtân olsa
Âlemin unsur u eczâsı perîşân olsa
Gark-ı tûfân-ı kazâ, lokma-i nîrân olsa
“Dâr-ı dünyâ deli gönlüm gibi vîrân olsa
Ne cihân olsa ne cân olsa ne hicrân olsa” “

Bu tavır apaçık görülür.

 Ekrem Bey, melankoliye tutkun bir insandır. Ahmed Hamdi’nin ifadesiyle “ “Melâlin” bittiği yerde derhal “inkisar” ve “iğbirar” başlar. Denebilir ki hatırlamak ve darılmak için sever” (Tanpınar, 1988, s. 482). Şâirin üzerindeki sentimentalizm ve romantizm etkisi de bundandır. Şâir, “ağlamak ihtiyaciyle eski ve yeni hatıraları” (Tanpınar, 1988) kurcalar. Hülâsa, şâir melankoliye ve nostaljiye meyyal bir insandır. Şiirinin menbaı olarak gördüğü hisler dünyasını böyle diriltmeye çalışır (bknz. ihyâ-yı hâtırât). Fakat dil ve vezni kullanımındaki başarısızlığı, muhayyilesinin cılızlığı, daha önce de bahsettiğimiz gibi, şiirini vasat derecesine çekmiş buna rağmen edebiyatımızı bu yeni ve samimi duyuşlarla zenginleştirmiştir.

 Şâirin en başarılı şiirleri, Tanpınar’a göre, yeni ihtiraslara kapılmadan önce -Encümen-i Şuara’nın da etkisiyle- yazmış olduğu “Nağme-i seher- adlı divanındadır:

“Meclis-i vaslında giryân olduğum ma’zûr tut
Bir tabîattir ki kalmış gam zamânından bana”

ŞİİRİN ŞEKİLSEL ÖZELLİKLERİ

Vezin ve Kafiye


 Vezin: “Şevki yok” şiir divan edebiyatı nazım şekillerinden muhammes nazım şekliyle yazılmıştır. Şiirde aruzun Remel bahrinden “fâilâtün/ fâilâtün/ fâilâtün/ fâilün” vezni kullanılmıştır.


Geldi ammâ/ n’eyleyim sen/siz bahârın/ şevki yok!
( _ . _ _ / _ . _ _ / _ . _ _ / _ . _ )(fâilâtün/ fâilâtün/ fâilâtün/ fâilün)

 Şiirde toplam 3 yerde med 12 yerde imale vardır. İmaleler kesre-i izafet denilen Farsça tamlamalardaki “-i “lerde ve Türkçe kelime sonlarında yapılmış böylece imaleler aruz kusuru olmaktan çıkmıştır.“Hazîn” gibi “nun” harfiyle biten uzun heceli kelimelerde ise doğal bir zihaf vardır. Med harfi olan “yâ” harfi imla harfi gibi kısa okunarak med olmaktan çıkarılır. İşte bu işleme “azl” adı verilir. Bu işlemin tersine, yani imla harfinin med harfi gibi okunmasına da “istihlaf” denilir. Sonu nun ile biten uzun hecelerde azl yapmamak bir kusur sayılır, bu kusuru işleyen şair eleştirilirdi. Tâhir’ül Mevlevî,  Ziyâ Paşa’dan bir beyit alıntılıyarak konuyu şöyle özetlemiştir:

“Böyle heceleri uzatmak sûretiyle  istihlaf yapanlar ayıplanırdı. Nitekim Ziya Paşa “Harabat”ında:

Med verdi kimi elifle nûna
Verdi hareke kimi sükûna

beytiyle bu gibi harekette bulunanları ta’n etmiştir” (Mevlevî, 1994, s. 21). Nitekim şair de “hazîn” kelimesini “ma’zûl” olarak doğru şekilde kullanmıştır. Şâir bazen vezne râm olmuş, mesela “Rûha verdikçe peyâm-ı hasretin her bir sehâb” mısraında za’f-ı te’lif  yapmıştır. Bu ifade ile şâirin kastı “her bir bulut senin hasretinin haberini ruha verdikçe” ise de vezne uydurma kaygısı ile  “peyâm-ı hasret” özne gibi görünmüş ve iş içinden çıkılmaz bir hale dönmüştür. [1]Bu aruzda her an karşımıza çıkabilecek bir şeydir. “Cevâz-ı edebî” sayesinde (Başkasına caiz olmayan şâir için câizdir) şâir bozuk bir sentaks ile, yahut kelimeleri tahfif ve yer … Continue reading

Şair zaten vezni emrine râm etme hususunda  zayıf bir şâirdir[2]Ahmed Hamdi’nin aynen ifadesiyle: “Ekrem Bey şüphesiz lisan itibariyle devrinin en acemi şâiridir ve bu acemilik en kusursuz görünen eserlerine kadar devam edecektir.” (19uncu Türk … Continue reading. Nitekim Abdülbaki Gölpınarlı şâir hakkında:

“Şişlide ölüp Göksuya gömülen bu Üstat his ve hayâl şâiri sayarlar. Kendisini üstat hayâl etmişler, kendisi de kendisini böyle hissetmiş de her halde ondan. Hamit tesirine kapılan Üstat şiirde pek yayadır. Lisanı daha doğrusu vezni bir türlü emrine râm edemez. Kelimeleri çeker, ezer, büzer. Sıkıştı mı Farsça fiille yapılmış bir mefulü alır, söze katıverir” (Gölpınarlı, 1945)

Kâfiye: Şiirin nazım şekli, Klasik Türk Edebiyatı nazım şekillerinden “Muhammes” nazım şeklidir. Muhammes kelimesi sözlük anlamı olarak “beşli”, “beşlenmiş”, “beş köşeli” gibi anlamalara gelir. Edebî ıstılahda “beş mısralı bendlerden oluşan nazım biçimi” (SARAÇ, 2007) olarak tarif edilir. İncelemekte olduğumuz muhammes bir “muhammes-i mütekerrir”dir. Bu tür bir muhammeste ilk bendin son mısraı diğer bendlerde de, tekrar edilir. Kafiye şeması ise “aaaaA, bbbbA, ccccA” şeklindedir.

 Klasik türden sayılabilecek bir şiirde kafiyeden bahsedeceksek bunun eski usûl ve terminolojiyle yapılmasının daha isabetli olacağı kanaatindeyiz. Fakat bunu yapmadan önce kısaca bazı terimleri açıklamak mecbûriyetindeyiz.

Revî:  Kafiyenin son aslî veya bu menzilede bulunan harfidir.
Te’sis: Revi ile arasında müteharrik bir harf bulunan elif harfidir. Mesela “kâbil” (قابل) ile “kâtil” (قاتل) kelimeleri buna örnektir. Bu iki kelime kafiyelendikleri zaman bu tür kafiyeye “kafiye-i müessese” ismi verilir.
Ridf: Reviden önce bulunan elif vav ya da yâ harfidir. “Vav” ise öncesi zammeli, “Yâ” harfi ise kesreli olmalıdır; misaller: “mu’tâd (معتاد )” – “âzâd (آزاد)”, “Harûn (حرون)” – “masûn  (مصون)”, “ leîm (لءيم) – nesîm (نسيم)”[3] Dikkatinizi celbederim misaller leffü neşre göre mürettep olarak verilmiştir.. Bu tür kafiyeye “kafiye-i mürdefe” ismi verilir

Gül hazîn… sünbül perîşan… Bâğzârın şevki yok..
Derdnâk olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok..
Başka bir hâletle çağlar cûybârın şevki yok..
Âh eder, inler nesîm-i bî-karârın şevki yok..
Geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!

İlk bentteki bütün kafiyeler kafiye-i mürdefdir. Sondaki “ra” harfi revi harfidir önceki harfi uzatan bir de elif harfi mevcuttur. İyelik eki olan “–ın” ekiyle beraber “şevki yok” kelime grubu ise rediftir. Yani bu  muhammes redifli “müreddef” bir muhammestir.

Farkı yoktur giryeden rûy-ı çemende jâlenin.
Hûn-ı hasretle dolar câm-ı safâsı lâlenin.
Meh bile gayretle âğûşunda ağlar hâlenin!
Gönlüme te’siri olmaz âteş-i seyyâlenin.
Geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!

Daha önce bahsettiğimiz gibi bu muhammes mütekerrir bir muhammestir. Bu yüzden son mısra aynı zamanda önceki bendin de son mısraıdır. Altı çizili gösterdiğimiz kelimelerde ise “kafiye-i müessese vardır”. Revi harfi “e” sesi veren “ه” harfidir. Revi ile lâlenin ilk hecesini uzatan elif harfi (ا) arasında bir harf bulunur

.Rûha verdikçe peyâm-ı hasretin her bir sehâb..
Câna geldikçe temâşâ-yı ufuktan pîç ü tâb..
İhtizâz eyler çemen.. izhâr eder bin ızdırâb..
Hem tabîat münfail hicrinle.. hem gönlüm harâb
Geldi ammâ n’eyleyim, sensiz bahârın şevki yok!

Bu bentte ise yine kafiye-i mürdefe vardır. Revi harfi yani “b” harfinden önce bir elif harfi vardır.

İ’tilâf İtibarıyla Şiirin İncelenmesi: İ’tilaf, diğer adıyla “muvafekat”, “edânın müeddâya üslûbun manâya uygun olması demektir” (Mevlevî, 1994, s. 75). İ’tilaf beş çeşittir: Lafzın mana ile i’tilafı, lafzın vezin ile itilafı, lafzın lafız ile i’tilafı, mananın vezin ile i’tilafı  ma’nânın ma’nâ ile i’tilafı.

Lafzın ma’nâ ile i’tilâfı, kullanılan kelimelerin şiirde bahsedilen mefhuma yahut muhatabına uygun düşmesi demektir. Belâgatin asıl şartı da budur: muktezâ-yı hâl ve makâma uygunluk. Eğer şair muhatabını galeyana getirmek isterse tabii ki kulağa çarpan ve coşkunluk veren “elfâz-ı cezle”yi, eğer sevgiliye hitap edecekse onu yormayan zorlamayan sevgilinin nazik doğasına uygun “elfâz-ı rakîka”yı kullanması gerektir. Tabii ki bir şiirde bütün lafızların kulağa hafif ya da bütün lafızların kulağa ağır olması beklenemez. Ama kullanılacak bir lafız bile durumu değiştirebilir. Muallim Naci durumu şöyle açıklar:

“Zülfüne verdikçe nesîm ihtizâz
Üstüne titrer dil-i nâzikterim

Beytinde (nâzikterim) yerinde (gam-perverim) denilse sözün rikkati münkesir olur” (Naci, 1891)

İncelemekte olduğumuz şiir bir nevi mersiyedir. Şair sanki muhatabının mezarında, muhatabına kendi halini anlatır. Şiirin temasının ayrılık, ölüm acısı olduğu aşikar, şiirden de anlaşılacağı üzere şair yastadır ve buna mukabil de seçilen kelimeler rakik kelimelerdir.Lafzın vezin ile i’tilafı ise kelimelerin vezne uygunluğu demektir. Yani şâir, vezne uydurmak için uygun olmayan kelime kullanmamalıdır. Tıpkı Ziyâ Paşa’nın aşağıdaki beytinde

Yâ Rab nedir bu dehrde her merd-i zû-fünûn
Olmuş belâ-yi akl ile ârâmdan masûn

“Mahrum” yerine mısraı vezne uydurmak için, korunmak anlamındaki “masûn” kelimesini kullanması gibi. Ârâmdan yani rahattan korunmak, abes bir tabirdir. Şair vezin gereği bu kelimeyi kullanamamış ve lafız ve vezin arasındaki i’tilafı bozmuştur.  Kemâl-i i’tilaf, şiirin vezinli olduğu anlaşılamayacak şekilde konuşma diline uygun yazılması demektir. Konuşma diline uygunluktan kastımız kelime seçimindeki uygunluk değil söyleyişteki rahatlık ve akıcılıktır. Şiirde ilk bendi hariç tutarsak böyle bir i’tilaf asla sağlanamamıştır. İlk bend ise söyleyiş bakımından rahattır.

 Lafzın lafız ile i’tilâfı buşiirde büyük bir yer tutar. Lafzın lafız ile i’tilafı şiirde birbirine anlamca yakın kelimelerin kullanılmasıdır. Her bentte seçilen kelimeler birbirleriyle ilintilidir, “gül, sünbül, cûy-bâr, nesîm, hezâr” kelimeleri klasik retorikte baharın ve bahar bahçesinin vazgeçilmez unsurlarıdır. İkinci bentte ise kullanılan “lâle, jâle, hâle, âteş-i seyyâle” kelimeleri ise yine birbirleriyle ilintilidir. Yine seçilen bu kelimeler baharın ve bahar bahçesinin unsurlarıdır. Hattâ lâle-câm, âteş-i seyyâle-câm- lâle arasında hem renk hem çağrışım bakımından bir tenasüp vardır.

Mananın mana ile i’tilâfı sentaks kusuru işleyip, şairin yanlış anlaşılmaya mahal vermemesidir. İncelediğimiz şiirde son bendin birinci mısraında bu türden bir kusur vardır. Şâir yukarda belirttiğimiz üzere za’f-ı telif yaparak anlamı bir faydası olmaksızın ilk bakışta anlaşılmayacak bir noktaya itmiştir.

.

ŞİİRİN ŞERHİ

 Şiiri şerhe -yorumsamaya- girişmeden önce giriş mahiyetinde birkaç söz söylemeliyiz. 

 Eskilerin deyimiyle “El-ma’nâ fî batni’ş-şâir” yani mana şâirin karnındadır. Bunun anlamı şâirin “gerçek kastı”nın sadece kendi karnında olduğu, şiirde anlatmak istediğini bir tek şâirin bildiğidir. Bir şiir herkese farklı çağrışımlar yapabilir. Çünkü eğri büğrü bir aynadan yansıtılan bir şeydir şiir. Bu aynadan şâir istediği herhangi bir şeyi yansıtır. Fakat hiçbir zaman hesaplanamayacak önemli bir unsur vardır; şâir bu eğri aynada sadece istediği şekli mi göstermiştir? Çağrışımlarla kendini ifâde eden şâir, istediği bir şekli kendince gösterir, fakat bu şekli okuyucu -tıpkı bulutlara baktığımızda herkesin bir bulutu başka bir nesneye benzetebileceği  gibi- şâirin kastettiğinden farklı bir şekilde okuyabilir. Kimse okuduğundan kendi anladığının doğru olduğunu iddia edemez; karşısındakinin görüşünü yadsıyamaz. Fakat bütün bunların arasında şâirin birden çok kasdı var mıdır? Hayır.

  Şiirin farklı insanlarca farklı dönemlerde farklı şekillerde yorumlanabilmesi “”anlam”ından çok imlemiyle” (DUMAN, 2007) ilgilidir. Bu yüzden herhangi bir şiir tahlili veya şerhinde, eğer istenen şâirin karnında olansa, tahlil edenin veya şârihin az çok şâire, düşünce dünyasına, bağlı olduğu geleneğe, şâirin dönemine âşinâ olması gerekir. Belirli vesikalarla şâirin kastı hakkındaki düşüncesini güçlendirmelidir. Bu açıklamalardan sonra, nihayet şerhe geçiş yapabiliriz.

BİRİNCİ BENT

1-Gül hazîn… sünbül perîşan… Bâğzârın şevki yok..
Derdnâk olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok..
Başka bir hâletle çağlar cûybârın şevki yok..
Âh eder, inler nesîm-i bî-karârın şevki yok..
Geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!

(Gül üzgün, sümbül perişan, bahçenin sevinci yok. Sürekli şakıyan bülbül dertlenmiş, kalmamış neşesi. Başka bir şekilde çağlayan akarsunun artık neşesi yok. Neşesi yok, ah eder inler yerinde duramayan rüzgar . Geldi ama neyleyim sensiz baharın neşesi yok)

Şâirin gözünde baharın bütün unsurlarının; sevgiliye benzetilen gülün, güzel kokulu sünbülün, güzel sesli bülbülün, ruha dinginlik veren akarsunun hoş hoş esen latif bahar rüzgarının, ve “âşıkların bayramı” baharın, hiçbirinin, neşesi yoktur. Peki neden? Nedenini açıklamaya Muallim Naci’den bir alıntıyla başlamadan edemeyeceğiz.


“Bil’farz sayesinde perverde olduğu vatanından ayrılarak diyâr-ı dîğere gitmeğe mecbûr edilmiş bir bî-çâre her adım atışında elem-i derûnîsinin tezâyüd etdiğini hiss ede ede yolda giderken -mevsim bahâr olduğu hâlde- her hangi cihete atf-ı nazar eylese o ciheti gönlü gibi hüzne müstağrak bulur semâda evvelce peydâ olmuş olan bir bulutdan o aralık yağmur dökülmeğe başlar bütün dünyayı mahzûniyet içinde görmekde olan zavallı yolcu kendisi gibi elem-zede olmayanların inşirâh-ı kalb ile temâşâ edebilecekleri o latif sehâbeye tevcîh-i nigâh edince der ki:

O da olmuş vatan-cüdâ seyyâr
Ne hazîn ağlıyor şu ebr-i bahâr” (Naci, 1891, s. 12)

  Şâir de dünyada tıpkı gurbetteki yolcu gibi kalmıştır. Dostunun ayrılığıyla şâir için her yer hüzün doludur. Nitekim bir Arap meselinde “El-garîbu men leyse lehu habîb”; “Gurbette olan, garip olan, seveni/sevdiği olmayan kişidir” denmiştir. Dostunu kaybeden şâir de böyledir. Süleyman Nazîf’i gurbette “ta’zîb eden tabîatin güzelliği” şâiri de  ta’zib eder. Artık bülbül ötse feryat gibi gelir kulağına, gül açsa, akarsu çağlasa hoş hoş esse bahar rüzgarı, ne fayda.

بهار آمد و یار نیامد چه فایده

“Bahâr geldi yâr gelmedi, ne fayda!”

 Şâir son bendin dördüncü mısrasına kadar aslında dostunun olmadığı bir baharı anlatır. Şâir için bahar mevsiminde bile bütün her şey yastadır, her şey şâire acı verir. İlerde açıklayacağımız üzere, son bentte bütün bu hüznün sebebini açıklar.

 Şâir kelimeleri bilinçli olarak seçer, bütün kelimeler “lafzın lafız ile i’tilâfı” bölümünde de açıkladığımız üzere birbirleriyle alakadardır. Dolayısıyla şâir bu kelimeleri kullanarak “tenasüp” (müraatü’n-nazîr) sanatı yapmıştır: “hezar, gül, sünbül, cûybâr, nesîm, bahâr” bu unsurların hepsi baharla ve bahar bahçesiyle ilgilidir.  Bentte bahsettiği  unsurlarda neşe olmadığını, gülün hazîn sümbülünse perişan olduğunu, rüzgarın ah edip inlemekte olduğunu ifade etmesi de  “teşhîs” (bir bakıma istiâre-i mekniyye) sanatına örnektir.

 Şâirin sünbül için perîşân kelimesini kullanması bilinçli bir seçimdir. “Perîşân” kelimesinin iki anlamı vardır: “dağınık düzensiz” ve “muztarip, dertli kederli” şâir perîşân kelimesini kullanarak tevriye sanatı yapmış zaten “perîşân” olan sünbül için perişân demiştir.

Nesîm kelimesiyle sünbül arasında  da bir tenâsüp vardır. Klasik Türk edebiyatında nesim sevgilinin saçlarının kokusunu taşımaktadır, sünbül ise sevgilinin saçlarına benzetilir.Şâir hafif hafif esen rüzgârı, yukarda da belirttiğimiz gibi, üzüntüsünden dolayı huzursuz görür. Çünkü kendisi huzursuzdur.

İKİNCİ BENT

2-Farkı yoktur giryeden rûy-ı çemende jâlenin.
Hûn-ı hasretle dolar câm-ı safâsı lâlenin.
Meh bile gayretle âğûşunda ağlar hâlenin!
Gönlüme te’siri olmaz âteş-i seyyâlenin.
Geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!

(Yeşillik ve çimendeki çiyin gözyaşıyla farkı yok, lâlenin billur kadehi hasret kanıyla dolu. Ay bile aylanın kucağında ağlıyor! Gönlüme akıcı ateş (mecaz: şarap) bile etki etmiyor. Geldi ama neyleyim sensiz baharın neşesi yok)

Şâirin dostunu kaybetmesinden ötürü gelen delilik hâli bu bentte de devam eder -ilerde de bahsedeceğimiz üzere şâir üzüntüsünden düzgün düşünemez doğanın bu halini dostunun ölümüne bağlayarak hüsn-i ta’lil yapar- şâir bütün yeşillikteki çiyi gözyaşına teşbih eder. Laledeki kızıl rengin hasret kanından geldiğini , ayın etrafındaki “hale”den, ayladan dolayı ağladığını iddia eder. Şarabın bile gönlüne etki etmediğinden bahseder.

 Bu bentte de tenasüp sanatı bir hayli kullanılmıştır.”cam-ateş-i seyyâle-hûn-ı hasret-lale” kelimeleri arasında tenasüp vardır. “Şekil yönünden kadehe benzeyen lale, şarap, kan (…) cam…vs olabilir. Rengi ve şekli yönünden hayli geniş bir kullanıma sahiptir.” (Pala, 2018). Lalenin kırmızı yaprakları için billur bir kadeh denmek suretiyle istiare sanatı yapılmış, yine hüsn-i ta’lil yapılarak lalenin rengini hasret kanından aldığını iddia etmiştir. Demin de bahsettiğimiz üzere şâir bir delilik hâlindedir ayı halenin kucağında ağlıyor olarak görür.

Âteş-i seyyâle kelime anlamıyla, akıcı ateş demektir. Mecazen ise benzerlik alakasıyla şaraptır. Renk konusunda şarap akıcı bir ateşe benzer. Şair ateş-i seyyalenin şarabın bile kendine tesir etmeyeceğini söylüyor. Bu ifade bize Fuzulî’nin şu feryadını anımsattı:

Dediler gam giderür bâde çok içdüm sensüz
Gam-ı hicrâna müfîd olmadı ol kan olmuş

ÜÇÜNCÜ BENT

3-Rûha verdikçe peyâm-ı hasretin her bir sehâb..
Câna geldikçe temâşâ-yı ufuktan pîç ü tâb..
İhtizâz eyler çemen.. izhâr eder bin ızdırâb..
Hem tabîat münfail hicrinle.. hem gönlüm harâb…
Geldi ammâ n’eyleyim, sensiz bahârın şevki yok!

(Ruha, her bir bulut senin hasret haberini verdikçe, canıma ufku izlemek sıkıntı verdikçe, çimenler titreşiyor ve bin ıstırap gösteriyor! Hem tabiat ayrılığınla küskün, hem de benim gönlüm yıkık! Geldi ama neyleyim sensiz baharın neşesi yok!)

   Şâir her yerde, nereye baksa kaybettiği dostunun acısını hisseder. Bulutlar onun ruhuna hasret haberini verir, ufuktan cana sıkıntı gelir, çimen titreşir ve bin ızdırap gösterir ve nihayet şiirin üstteki iki bendi de “Hem tabîat münfail hicrinle hem gönlüm harab” mısraına bağlanarak şiirin her mısraında geçerli bir hüsn-i ta’lil sanatı yapılır. Yani güya gülün hazin sünbülün perişan olmasının rüzgarın ah edip inlemesinin, çimendeki çiyin göz yaşıyla fark edilememesinin, lalenin kan renginde olmasının ayın ağlamasının, sebebi budur.

Sonuç: Şair, bütün bir dünyayı kaybı dolayısıyla ağlarken görmüştür. Bu durumu Naci’den yaptığımız alıntıda anlatmıştık (bknz.s.12).  Hüsn-i ta’lil gibi heyecanın ürünü olan bir edebî sanatin bütün şiire teşmili,  şiire  lirizm katmıştır. His ve hayâl şâiri Üstâd Ekrem’e de bu yaraşır. Kelime seçiminde i’tilafa uymuş, bir çok Klasik edebiyat retoriğinden aşina olduğumuz edebi sanatları kullanmış, ve yine Klasik edebiyattan alışkın olduğumuz kelime oyunları yapmıştır. Sürekli yapılan tenasüp sanatıyla okuyucu için şiirdeki atmosferin tasavvuru kolaylaşmıştır Melankoli ve nostaljiden zevk alan, darılmak veya üzülmek için seven, kendi kudreti miktarınca  hisli şiirler yazan, Ekrem Bey’in tam da kendi doğasına uygun olarak bu şiirinde döneminin izin verdiği ölçüde nısbî bir lirizim hakimdir. Hep yaptığı gibi ölümün acısını hisseder ve bize hissettirmeye çabalar

Kaynakça

DUMAN, H. H. (2007). Edebiyat Bilimi Açısından Yorumsama Kuramı. İstanbul: Civilacademy.

Gölpınarlı, A. (1945). DİVAN EDEBİYATI BEYANINDADIR. İstanbul: Marmara Kitabevi.

İnal, İ. M. (1969). Son Asır Türk Şâirleri. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.

Mehmet KAPLAN, İnci ENGİNÜN, Birol EMİN, Zeynep KERMAN. (1997). Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi IV. İstanbul: Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi.

Mevlevî, T. (1994). EDEBİYAT LUGATİ. İstanbul: Enderun Kitabevi.

Naci, M. (1891). Istılâhât-ı Edebiyye. İstanbul: Şirket-i Mürettebiye Matbaası.

Pala, İ. (2018). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü. İstanbul: KAPI YAYINLARI.

SARAÇ, M. Y. (2007). KLASİK EDEBİYAT BİLGİSİ BİÇİM-ÖLÇÜ-KAFİYE. İstanbul: Bilimevi Basın Yayın A.Ş.

Tanpınar, A. H. (1988). 19uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Çağlayan Kitabevi.

UÇMAN, A. (2007). TDV İslam Ansiklopedisi. İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi.

Dipnot

Dipnot
1 Bu aruzda her an karşımıza çıkabilecek bir şeydir. “Cevâz-ı edebî” sayesinde (Başkasına caiz olmayan şâir için câizdir) şâir bozuk bir sentaks ile, yahut kelimeleri tahfif ve yer değiştirme suretiyle bozarak, değiştirerek cümle  kurabilir. Tabiri câizse aruz oğlu baba- İbn-i Sina Nesîmî’nin bir beytinde vezne uydurabilmek için Ebû Sînâ olarak geçer- yapmaya dahi muktedirdir.
2 Ahmed Hamdi’nin aynen ifadesiyle: “Ekrem Bey şüphesiz lisan itibariyle devrinin en acemi şâiridir ve bu acemilik en kusursuz görünen eserlerine kadar devam edecektir.” (19uncu Türk Edebiyatı Tarihi s.478
3 Dikkatinizi celbederim misaller leffü neşre göre mürettep olarak verilmiştir.

Baş Ekrem Gökdeniz Şerh


Previous Next

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Cancel Yorum gönder

keyboard_arrow_up